kumdan kuleler misali realitemiz,
sabırla işleyip süslediğimiz.
bir düzen, bir örüntü
gömüp kendimizi içine,
dışladıklarımızdan güvende hissettiğimiz.
oysa rüzgarın değişen hızında,
veya bir dalganın vuruşunda,
her şey un ufak, paramparça!
bir sarsıntı eşiğine mahkum onca beklenti,
onca birikim, onca emek.
kalıcı değil sahiplendiğimiz hiçbir şey!
değişimin sarsmadığı hali aramak,
bu farkındalık ile olsa gerek.
tersine bir piramit misali,
dizilmiş düşlerimiz,
ki adına yaşam demişiz.
tek bir noktadan yükselmiş,
fildişi hayallerimiz,
ve kendimizi güvende bilmişiz.
inandığımız, savunduğumuz,
sakındığımız realitemiz,
ufak sarsıntılarda
esneyip toparlanır ama,
her seferinde de
bizi biraz tokatlar
farkındalık adına.
nice darbeye dayanır, dayanır da,
hele bir oynamaya görsün denge odağı!
alt üst, üst de alt olur bir anda.
ve gerçek zemini görür kişi,
sahiplenmemeyi öğrenme pahasına.
tek bir öge bile eksik olsaydı,
allak-bullak olurdu dünya!
tek bir farklı olay,
tüm sıradanlığında,
yön değiştirirdi yaşam,
olasılıkların oyunbazlığında.
öylece hassas bir denge ki,
her adım, her olgu eşsiz ve önemli,
bütünün olağan-üstü kurgusunda!
bu yüzden dikkatli basmalı toprağa,
ayık olmalı bakış, gökleri taradığında.
bu yüzden, ‘hiçbir şey’i yadsımamak gerek
‘her şey’i istemenin oburluğunda.
iç içe ve deforme aynalar diyarında,
her yerde sen, çok fazla sen!
her yerde diğerleri,
çok fazla diğerleri!
üst üste binmiş, karışmış,
bulanık nice görüntü.
hangisi sensin?
hangisi o, veya onlar?
kendine koştuğunda bile,
cam duvarlar acıtıyor canını.
birer birer kırsan da,
tükenmiyor aynalar!
ola ki varsan,
son ve tek aynaya,
hala yansıyansın!
hala yansımana bakansın!
sen neredesin, ne olansın?
öyleyse kabul et,
direnme hayallere.
benimse bu oyunu,
farkındalığının izinde.
öğrenecek çok şey var
bu eğlence merkezinde!
mazeretler geciktirir belki,
kendinle yüzleşmeni.
ama engelleyemez,
o teke-tek buluşmayı.
çünkü sorun bildiğin,
sende düğümlüdür.
ve sen çözülmedikçe,
saklı kalır gerçek çözüm.
abarttığınca büyür kusurlar,
kutsadığınca abarır sevaplar.
yüklediğin mana ile inatlaşır,
insanlar, olgular, kavramlar.
bir ‘doğru-yanlış’ karmaşası,
bir ‘haklı-haksız‘ kavgası!
oysa herkes kendi çabasında,
kendi yolunun arayışında.
ki bu yollar ağı, akışı canlı tutan,
bu yollar, bizi bütünlüğe bağlayan.
kişi yalın varlığında gücü farkedene dek,
yalnız ve zavallı hisseder de,
şifa arar sahiplenmede.
sahiplendiği, kaybetme korkusudur aslında,
kazandığını sandıklarının sanrısında.
ve yeni eskirken, gelen giderken,
mal-mülk-para el değiştirirken,
sevgili ayrılırken, dost ölürken,
kısacası, her şey an içinde değişirken,
benimsedikleri tarafından sınanır kişi!
zihni ve yüreği nice kaygıların işgalinde,
belki anlar yanılgısını kendi iç çelişmesinde.
anlar, nice maddenin cazibesinde,
özündekinden öte bir dayanağı olmadığını,
bu geçici kon-göç aleminde.
katkın kendince,
en iyi bildiğince.
ama ‘ötesi‘…
ötesi, ortak bir yaratının denetiminde.
kah olamaz dediğin olur,
kah ‘mutlaka‘ dediğin ilk adımda tıkanır.
bellediğin plan değişir, değişir de,
sana sadece farkı kabullenmek kalır.
ama ki sen,
seçimlerinde ‘bütün‘ü öngördüğünde,
görürsün, her şey seninle çalışır,
sanki keyifli bir evren imecesinde.
binbir oluşum süregeliyor,
her yerde, hele de bedenimizde.
zihnimizin doğru-yanlış tasarımını
umusamadan hem de.
gereğince atıyor kalbimiz,
gereğince dolanıyor kan ve nefes.
ast-üst bilmeden iş birliğinde hücreler,
bir bütünsel işleyişin,
mükemmel esnekliğinde.
peki ya biz?
biz neden evren denen sahnenin
zoraki oyuncuları gibiyiz?
neden katılmak yerine
yönetmek derdindeyiz?
ve neden kurallarımızı
kendimizden özge,
hepimizden öte
sevmedeyiz?
kişiye düşen
asal hak,
asal görev,
ve tek sorumluluk,
bu muhteşem plan içinde
kendi rolünü farketmek,
ve kendini gerçekleştirmek sadece.
kendi nedenselliğini aşmak,
ve ilişkilerin sorgusunda,
kendinden vazgeçmemek acelece.
kişinin akdi sadece kendiyle olmalı,
kendi olanı sevmek ve kabullenmek adına,
iyi günde ve kötü günde
ölümün bile ayıramadığı.
ve yaşama teşekkürü
mutlu olmayı öğrenmek olmalı.
nesnellik, sabitleme çabasıdır gerçeği.
aklın matriksine konuçlandırmak,
dizgelemek, düzenlemek meylidir,
yaşanana uyarlamak adına.
oysa salt değişendir 0,
dokunup kaçan,
yakınken uzaklaşan,
bakılan noktada kaybolup,
az ötede belirendir.
ancak içselliğin kuralsızlığında,
mekansız ve zamansızlığında,
fark edilir,
ve fark yaratır,
kimsenin haberi olmadan,
kişinin dopdolu yalnızlığında.
dalga kıyıya varmak için yarışır,
kendi misali dalgalarla.
ama her varış yeni bir uzaklaşmadır,
yeni bir yolculuk, enginliğin çağrısında.
böylesi bir ‘git-gel’dir yaşanan.
sen hedef belirlersin,
hedefinse seni tanımlar.
ya esaretin olur tutkun,
ya da özgürleşirsin,
amaç bildiğinle değişirsen eğer.
ve her yol ayrımında,
paralel yaşamlarda çoğalırsın.
ve zordur seçim an’ı,
sen olasılıkları
bütünlemek isterken.
dağı yüksek gösteren,
eteğinde saklı vadi değil mi?
ne kadar çukuru görmese de tepeler,
hem çukura göreli, hem kenetli değil mi?
işte böylesine iç içe var olur, ‘az’ ve ‘çok’,
her abartı yetersizliği taşır yanıbaşında.
bu yüzden ki eksiği reddeden, yönelmez fazlaya,
dengeyi seçer, sessiz sakin varoluşunda.
bir ayağı daima merkezdedir pergelin,
diğer ayak dolanırken yörüngelerde.
insan da böyle olmalı işte,
önce bulmalı referans noktasını,
ve her yaşadığını ona vurmalı.
ne kadar çeşitlense de yolculuk,
nice manzara yitse de göz önünden,
o farkındalık odağı hep canlı kalmalı.
kimi öykü gücü seçer, kimi parayı.
kimi heyecan der, kimi ise başarı.
bu yolcu ise sevgi der
tek ölçüt ‘hak sevgisi‘ olmalı.