iz, karmadır,
bellek yüküdür.
‘önce’yi, ‘sonra’ya taşıyan
ve ‘şimdi’yi ağırlaştıran.
az ve daha az olmalı izi,
adım adım yaşananın,
kişi farkına vardıkça
yepyeniliğini her an’ın.
ilk nefes gibi tatmalı var olanı,
ciğerlerdeki kirli havadan azade.
stoklama çabası niye,
düne dair olanı, benliğinde?
“güçlü bir dalga siler kumsaldaki bütün izleri
ve yerle bir eder kumdan kaleleri.”
parmak uçlarında yürümek varken,
zarar vermemek için bastığın yere,
adımlarını yere kazımak niye?
niye yorarsın ki yolu,
egonun zelzelesinde?
iz bırakmayı istemek,
‘ben’ sancısından gayrı ne ki?
buralardan geçişinin ‘sonra’ya kalıtı,
varlığının fiziksel bir kanıtı sanki.
oysa sana dair olan,
görünmezde asılı daima.
ve nerelere göçsen de,
‘sen’ kalırsın geriye.
yolun sonunda yitse de görüntün,
gülümsemen kalır bir yerlerde.
halin, tavrın, insanlığın,
hele de gün ışığına denk,
gözlerindeki aydınlığın.
büyük işler başarmayı,
büyük katkıları bir yana bırak.
aslında öylesine basit ki ölçek:
“aldığın kadarını veriyor musun hayata?
nice demet topladın da,
tek bir çiçek sundun mu doğaya?”
sen bunun hesabına bak.
“damla kendini tümleyince damlar.”
ya küçümser, ya da abartırız,
kendimizi, katkımızı her olguda.
hele bir şey istemeye görelim,
koşulların üzerine gideriz inatla.
iter-kakarız, zorlarız, zorlanırız,
‘illa’ şımarıklığında hatta!
oysa nice tesir altında şekillenir her yaşanan.
genlerin buluşmasındaki eşsizlik misali,
farklı, özgün ve yepyeni doğar her an.
emeğimizi sunarız öncesinde de,
sonra, saygıyla beklemek düşer bize.
çünkü kendi zamanında çatlar tohum,
içrek bir istençle büyür yaşam toprağında,
ve ancak hazır olduğunda olgunlaşır meyve
gözden-öte gizemli güçlerin iş birliğinde.
işte güvenmek gerek bu evrensel realiteye,
saydam ve her şeyi saran perdenin gerisinde,
mükemmel bir ustalıkla süregelen emeğe.
iç ve dış buluşuyor bedende,
basınç dıştan içe, içten dışa,
sarsıyor, zorluyor çeperi.
ya içe kapanıyor kişi,
acıyı dolandırıyor bütünlüğünde.
ya da dışa vuruyor tüm birikmişi,
öfke, hiddet ve şiddet eşiklerinde.
tesirler çok, tesirler yoğun ve değişken!
ama girdilerle uğraşmak yerine,
kendi katkımızın farkında olmak gerek.
ne emmek bir sünger gibi,
ne de yansıtmak ayna misali,
olana yol, akışa geçirgen olmak gerek.
bu yoran, sorgulayan alan içinde
oraya buraya salınmak yerine
merkezde kalmayı öğrenmek gerek.
‘ben’ ve ‘ifadem’ vurgusunda,
ayrı düşersin varlığının nedeninden.
‘hal’, derinliğinde sürer durur da,
‘eşkal’in saklar seni kendinden.
oysa sen ve ifaden ‘bir’sin.
tek şansınmış gibi,
son varmış gibi,
yakınmış gibi,
neden olmasın, ‘şimdi’,
kendin olmayı denemelisin.
yaşam sahnemdeki her kişi,
benim bir yüzüm aslında.
en güzel görünen,
en sevdiğim yansımam.
en sevimsiz görünense,
en kaçmak istediğim.
hep aranan var ya,
o da olmak istediğim.
ama hepsi ben,
bana dair,
ve beni bütünlemede.
geniş, çok geniş alanlarda dolanır kişi,
işinde olsun, ilişkisinde veya yalnızbaşınalığında.
nice çeşitlemelere izin verir deneyim,
sorunsuzca, sarsıntısızca sürüp gidecektir sanki.
ama daima, her olguda, her duyguda, her boyutta,
kritik bir eşik vardır, bir anda çarpışılan.
bir eşik, temanın değiştiği,
güzelin çirkine, tadın acıya dönüştüğü,
ve kişinin kendi çukuruna düştüğü.
işte özen, farkında olmaktır bu sınırın,
ve zorlamamak yaşananı gereksizce.
veya da aşmak sınırları, öğrenmek adına
‘sınır-ötesi’nin dayanılmaz çekimi altında.
önemli olan, ayık ve uyanık olmak her adımda
ve hep, ve daima, saygı duymak bu ortak yaratıya.
“tepede duran,
hem geldiği yeri görür,
hem de gideceği yeri.”
belirtisi ile belirir her şey.
ve ‘şimdi’ noktasında
‘önce’ denli nettir ‘sonra’ da!
kehanet değil,
salt farkındalığı ‘olan’ın.
ve yükselişi bilincin,
özgün mucizesinde ‘an’ın.