ak ve kara oyunu

Rakamlar ve alfabe öğretildiği zaman pek azımıza ak-kara oyunu üzerine bir şeyler söylenmiştir. Çok basittir, ama bizden gizlenir.

İlk olarak düşünün ki, bütün beş duyumuz, dokunma duygusuna benzer tek bir duyunun değişik biçimleridir. Görme, çok duyarlı bir dokunmadır. Gözler ışık dalgalarına dokunarak, ya da onları duyumsayarak elimizin ulaşamadığı şeylere dokunmamızı sağlar. Benzer olarak, kulaklar havadaki ses dalgalarını ve burun toz zerreciklerine dokunur. Ancak bu duyuları belirleyen sinir hücreleri zinciri ve bu karmaşık örüntü, yalnızca açık ya da kapalı durumları arasında değişebilen sinir hücresi birimlerinden oluşur. Sinir hücresi, merkezi sinir sistemine yalnızca ‘evet’, ya da ‘hayır’ sinyalini gönderir. Ama yalnızca 0 ve 1 rakamlarının olduğu ikili aritmetiğe dayalı bilgisayarlardan bildiğimiz gibi, bu basit elementler çok karmaşık ve olağanüstü örüntülere dönüştürülebilirler. Bu anlamda sinir sistemimiz ve 0/1 bilgisayarlar birbirlerine çok benzerler, çünkü fiziksel dünya temel olarak titreşimdir. Bu titreşimi ister dalgalar, ister zerrecikler olarak düşünelim, asla bir dalganın tepesini çukursuz, ya da bir zerreciği kendisiyle diğerleri arasında bir aralık veya boşluk olmadan bulamayız. Bir başka deyişle, yarım dalga, ya da kendi başına, çevresinde boşluk olmayan zerrecik diye bir şey yoktur. Kapamasız açma, aşağısız yukarı olmaz.


Yüksek frekanslı sesler kesiksiz gibi gelse de, gerçek anlamda ses olması için öyle değildirler. Her ses, ses/sessizlik karşıtlığıdır, ama değişim hızı yüksek olduğunda kulak bunu kaydetmez. Bu yalnızca, diyelim ki bir orgun duyulabilecek en düşük notalarında ortaya çıkar. Aydınlık da salt aydınlık değildir, ama aydınlık/karanlık karşıtlığıdır.

Işık, dalgaların yukarı/aşağı hareketleriyle ritmik olarak yayılır. Bazı koşullarda ışık titreşimlerinin hızı, hareket halindeki diğer nesnelerle eşzamanlı kılınabilirler; öyle ki, nesneler hareketsizmiş gibi görünürler. Bu nedenledir ki, bıçkıhanelerde ark lambaları kullanılmaz, çünkü ışığı öyle bir ritimde dışarı verirler ki, kolaylıkla daire testerenin hızıyla eşzamanlılaşır ve böylece testerenin dişleri kullanan kişi hareketsizmiş gibi görünebilir.


Gözler ve kulaklar titreşimlerin hem inişine, hem de çıkışına karşılık verip kaydederler, ancak zihnimiz, yani bilinçli yönelimimiz yalnızca çıkışları fark eder. Karanlık, sessiz, ya da ‘etkin olmayan’ aralıklar önemsenmez. Bilincin aralıkları önemsemediği, ama onlar olmadan da hiç bir enerji akımını fark edemeyeceği, hemen hemen evrensel bir ilkedir. Var olduğuna inandığımız her şey, her zaman etkin/etkin olmayan karşıtlığında var olur. Etkin ve etkin olmayan aralıklar tek başlarına var olamazlar.

İnsanların çoğu, müzik dinlerken tek tek, ya da akor denilen kümeler halinde, sadece arka arkaya gelen tonları duyduklarını sanır. Eğer bu doğru olsaydı, bu insanlar, çok ender rastlanan ton-sağırların duyduğu gibi, ne müzik, ne melodi ama sadece ve sadece ardarda gelen gürültüler duyarlardı. Farkına varmasanız da, bu belirli aralıklar, sessizlik dönemleri değil ama gam üzerindeki noktalar arasındaki değişik uzunlukta ‘eşikler’ de olsa, melodiyi duymak, tonlar arasındaki aralıkları duymaktır. Olaylar arasındaki zaman-boşlukları, ya da nesneler arasındaki mesafe-boşluklarından ayrı olarak bu aralıklar, ya da eşikler duymayla ilgili boşluklardır.


Ancak bilinçli yönelimin genel alışkanlığı, değişik biçimlerde, aralıkları yok saymaktır. Örneğin, bir çok insan, havayla dolmamış olsa, boşluğu sadece bir ‘hiç’ olarak düşünür. Bu yüzdendir ki sanatçılar, ya da mimarlar boşluğun özelliklerinden ve tiplerinden, astronomlar ve fizikçiler kıvrılmış, genişleyen, sonlu boşluktan veya boşluğun yıldızlar ya da ışık üzerindeki etkilerinden konuşunca böyle insanlar şaşırıp kalırlar. Bu aralıkları yok sayma alışkanlığımızdan dolayı sesin, ses/sessizlik titreşimi olduğu gibi, bütün evrenin (yani var oluşun) bir madde/boşluk titreşimi olduğunu göremeyiz. Katı madde ve boşluk, iç kısımlarla dış kısımların birbirinden ayrılmazlığı gibi, bir arada var olur. Boşluk, cisimler arasındaki ilişkidir ve onsuz ne enerji ve ne de hareket olabilir.

Eğer çevresinde boşluk olmayan yalnızca tek bir top olsaydı, onu ne top biçiminde, ne de başka bir biçimde kavramak ve duyumsayam olası olabilirdi. Eğer dışında hiç bir şey olmasaydı, dış kısmı da olmazdı. Kesinlikle bir cisim değil, ama Tanrı olabilirdi! Aynı şekilde, eğer içinde hiç bir şey olmazsa, boşluk da boşluk olmazdı. Çünkü, şeylerin içinde, dışında, ya da aralarındaki boşluktan başka boşluk yoktur. Bu nedenledir ki, boşluk cisimler arasındaki ilişkidir.


Evrende tek bir topu boşluğun ortasında bir yalnız cisim olarak tasavvur edebilir miyiz? Belki. Ama bu topun ne enerjisi, ne de hareketi söz konusu olurdu. Neye göre hareket ediyor olduğu söylenebilir miydi? Hareket, hareket/hareketsizlik ilişkisi olduğundan, nesnelere, ancak görece hareketsiz olan başka nesnelerle karşılaştırıldığında hareket ediyor, denir. Öyleyse, şimdi iki topumuz olsun ve bunlar birbirine yaklaşsın, ya da birbirlerinden uzaklaşsınlar. Şimdi kesin olarak hareket var, ama hangisi hareket ediyor? Birinci top, ikinci top, ya da her ikisi birden? Buna karar vermek imkansız. Bütün yanıtlar, eşit olarak doğru ya da yanlış.

Şimdi de üçüncü bir topu devreye sokalım. Birinci ve ikinci top aynı uzaklıkta kalır, ama üçüncü top onlara yaklaşır, ya da onlardan uzaklaşır. Acaba bu mümkün mü? Birinci ve ikinci top, birlikte üçüncüye yaklaşır, ya da ondan uzaklaşıyor veya birinci ve ikinci üçüncüye yaklaşırken, üçüncü de aynı zamanda onlara yaklaşıyor ve böylece hepsi birden hareket ediyor olabilir. Nasıl karar vereceğiz? Birinci ve ikinci top bir arada kaldıkları için bir küme ve ayrıca çoğunluğu oluştururlar diye, bir yanıt verilebilir. Bu yüzden onların oyu, hangisinin hareket edip etmediğine karar verecek.


Ama üçüncü top onlara katılırsa dengeyi bozar, çünkü eğer üç top birbirlerine aynı uzaklıkta kalırsa, hepsi birden grup olarak hareket edemezler. Hatta her birinin diğer ikisine, ya da her ikisinin diğer birine, “ne diye peşimde dolanıyorsun?” demeye bile hakları olmaz. Grubun bir bütün olarak hareket edip etmediğini anlaması için bir referans noktası yoktur.

İki top yalnızca bir doğru üzerinde hareket edebilirken, üç top, üç boyutlu olmayan bir yüzeyde hareket edebilir. Dördüncü bir topu devreye soktuğumuzda, üçüncü boyut olarak derinliği elde ederiz ve dördüncü top, diğer üçünden ayrı durup nesnel olarak bakma ve referans noktası olma özelliklerine sahipmiş gibi görünür. Ancak, dördüncü topu ekledikten sonra, hangi topun o olduğuna nasıl karar vereceğiz? Her biri, diğer üçüne göre, üçüncü boyutta olabilir. Buna ‘görecelilik üzerine ilk ders’ diyebiliriz; çünkü, kaç top eklersek ekleyelim bu ilke değişmez ve bu yüzden evrendeki bütün gök cisimleri ve bulundukları yer nerede olursa olsun, bu gök cisimlerinin hareketlerini gözlemleyenler için aynen geçerlidir. Her galaksi, her yıldız, her gezegen, ya da gözlemci, merkezi referans noktası olarak alınabilir, öyle ki her şey diğerlerine göre merkezdir.


Bütün bu tartışmada, bir olasılık gözardı edildi. Varsayalım ki, toplar değil ama aralarındaki boşluk hareket eder. Bir uzaklığın (yani boşluğun) artmasından ya da azalmasından söz ederiz. Bu, genişleyen evren sorunudur. Diğer galaksiler mi bizimkinden, bizimki mi diğerlerinden, yoksa hepsi birbirinden mi uzaklaşıyor? Astronomlar, boşluğun kendisinin genişlediğini söyleyerek, sorunu çözmeye çalışıyorlar. Ama, yine, kim karar verecek? Galaksiler mi, boşluk mu hareket eder? Hiç bir karara varılamayacak gerçek yanıtın ipucudur: Sadece galaksiler ve boşluk değil (sanki bunlar iki farklı birimmiş gibi), ama kabaca galaksiler/boşluk, ya da katı madde/boşluk demek zorunda kaldığımız bir şey genişliyor.

Böyle bir sorun ortaya çıkıyor; çünkü, soruyu yanlış biçimde soruyoruz. Katı maddelerin bir şey, boşluğun başka bir şey, ya da sadece hiçbir şey olduğunu varsaydık. Oysa sonra ortaya çıktı ki boşluk önemsiz bir hiçlik değildi, çünkü katı maddeler onsuz yapamazlardı. Ama başlangıçta yapılan hata, boşlukla katı maddeleri, aynı şeyin iki ayrı tezahürü olmak yerine, iki farklı şeymiş gibi ele almaktı. Farklılar ama, bir kedinin baş kısmıyla arka kısmı gibi birbirinden ayrılamazlar. Ayırırsanız, kedi ölür. Dalganın yükseltisini alırsanız, çukurluğu da kalmaz.


Benzer bir çözüm, tarihi çok eskilere giden neden-sonuç sorununda da geçerlidir. Her şeyin ve her olayın nedeni –yani başka şey(ler) ya da olay(lar)- olması gerektiğine ve ardından onun da başka sonuçların nedeni olacağına inanırız. Peki bir neden, bir sonuca nasıl yol açar? Eğer bütün düşündüğüm ve yaptığım bir sonuçlar dizisiyse, bunların hepsinin, sonsuz geçmişe kadar giden nedenleri olması gerekir. Eğer bu doğruysa, ne yaptığım benim elimde değil demektir. Böylece ben, görüş gücümün çok çok ötelerine giden zamanlarda tutulan ipler tarafından oynatılan basit bir kukladan başka bir şey değilim!

Yine yanlış soruyu sormaktan doğan bir sorun. Yaşamında hiç kedi görmemiş birini düşünün. Ve düşünün ki, adamımız bir çitin ince aralığından bakıyor ve karşı tarafta bir kedi geçiyor: Önce kedinin kafasını, sonra belli belirsiz belirlenmiş tüylü gövdesini ve ardından da kuyruğunu görür. Olağanüstü! Kedi geri döner, yine geçer ve adamımız yine kafayı, biraz ardından kuyruğu görür. Giderek bu ardıllık düzenli ve güvenilir görünmeye başlar. Ve kedi yine geçer, adamımız aynı düzenli ardıllığa tanık olur: Önce kafa ve biraz ardından kuyruk. Bunun üzerine akıl yürütür ve olay, ‘kafa’nın, kendisinin bir sonucu olan, olay ‘kuyruk’un değişmez ve gerekli nedeni olduğu yargısına varır. Bu saçma ve kafa karıştırıcı anlamsızlık, adamımızın kafa ile kuyruğun birlikte gittiğini ve hepsinin bir kedi olduğunu görememesinden kaynaklanır.


Kedi, daha sonra bir kuyruğa neden olacak bir kafa olarak değil, kafalı-kuyruklu bütün bir kedi olarak doğdu. Gözlemcinin engeli, çitin arasındaki dar bir yarıktan bakıyor olması ve aynı anda bütün kediyi görememesiydi.

Çitteki dar yarık, bizim bilinçli yönelimimizle yaşama bakışımıza çok benzer; çünkü, bir şeye dikkat ettiğimizde, diğer her şeyi yok sayarız. Dikkat, daraltılmış algıdır. Karanlık bir odayı el feneriyle incelemek gibi, parçaları bir arada tutmak için hafızayı kullanarak, yaşama parça parça bakma yoludur. Bu şekilde daraltılmış algı, keskin ve canlı olma üstünlüğüne sahiptir ama, bir noktaya, sonra bir başkasına ve bir özelliğe, sonra bir başkasına odaklanmak zorundadır. Ve ayırıcı özelliklerin olmadığı boşluk, ya da tek tip yüzeylerde bir şekilde sıkılır ve ayırıcı özellik bulmak için aranır. Bu yüzden dikkat, radar ya da televizyonlardaki tarama mekanizmaları gibidir ve Norbert Wiener ile ekibi, beyinde benzer bir işleyişin olduğunu gösteren bazı kanıtlar da buldular.


Ama, dünyayı kesitler halinde gözlemleyen bir tarama işleminin kullanıcısı, dünyanın, ayrı şeyler ya da olaylar olarak algıladığı bir kesit kolleksiyonu olduğuna ikna olur. Sık sık, “iki şeyi aynı anda düşünemezsiniz“ deriz. Gerçek şu ki, dünyaya kesitler halinde bakmakla, kendimizi, onun birbirinden ayrı şeylerden oluştuğuna inandırırız. Böylece, bu şeylerin birbiriyle nasıl ilişki kurduklarını, birbirlerinin nasıl nedeni ve sonucu olduklarını kendimize sorun ederiz. Eğer bunun, sadece dünyayı birbirinden ayrı kesitler, şeyler, olaylar, nedenler ve sonuçlara indirgeyen bakış biçimimizden kaynaklandığının farkında olsaydık, böyle bir sorun asla ortaya çıkmazdı. Kafalı-kuyruklu kedi gibi, var olan her şey bir bütündür.


Dikkate ‘fark etme’ deriz. Fark etmek, seçmek, algılananın bazı kesitlerini ya da niteliklerini diğerlerinden daha çarpıcı ve önemli bulmaktır. Dikkatimizi bunlara veririz ve gerisini yok sayarız –bu nedenledir ki, dikkat etmeyi seçtiğimiz her neyse, bize onu net olarak sunması gerçeğine karşın, bilinçli yönelim aynı zamanda bilmezlik, cehalettir. Asla dikkat etmediğimiz sayısız nitelikleri görürüz, koklarız, tadarız ve dokunuruz. Bütün yol boyunca bir arkadaşınızla konuşarak, kilometrelerce araba kullanabilirsiniz. Dikkat ettiğiniz ve hatırladığınız, konuşmadır. Ama bir şekilde, gerçekten dikkat etmeksizin ya da zihinsel ışıldağınızı üzerine tutmaksızın, yola, diğer araçlara, trafik ışıklarına ve kimbilir daha nelere tepki verirsiniz. Aynı şekilde, sizin için dikkate değer ya da belirgin olmadığı için, ne giydiğini bir çırpıda hatırlamaksızın, bir partide birileriyle konuşabilirsiniz. Görürsünüz, ama gerçekten bakmazsınız.


İkili bir işlem aracılığıyla dikkat ederiz: İlginç ve önemli olanın seçimi ve bununla aynı anda gerçekleşen, dikkat edilecek hemen hemen her şey için bir işaret gereksinimi. İşaretlerle gösterme, bir simgeler sistemidir –sözcükler, rakamlar, işaretler, kare ya da üçgen gibi basit imgeler, notalar, harfler, ideograflar, renklerin ya da tonların çeşitlerini bölmek ve ayırt etmek için kullanılan ölçüler. Böyle simgeler, algı kesitlerimizi sınıflandırmamızı sağlar. Bunlar, hafızanın algı kesitlerini yerleştirdiği çekmecelerin etiketleridir ve etiketi olmayan bir kesite dikkat etmek, hemen hemen imkansızdır. Eskimolarda, beş ayrı kar cinsi için, beş ayrı sözcük vardır, çünkü karla yaşarlar ve onlar için kar önemlidir. Ama Azteklerin dilinde kar, yağmur ve dolunun hepsi birden, tek bir sözcükle karşılanır.

Neye dikkat edeceğimizin seçimini belirleyen nedir? Bu konuda, biyolojik yaşamımızı sürdürmek, sosyal statümüz ve egolarımızın güvenliği için neyin yararlı ya da zararlı olduğu birincil önem taşır. Bununla paralel olarak, ikinci belirleyici ise, başkalarından, toplumumuzdan ve kültürümüzden öğrendiğimiz işaret sistemlerinin mantığı ve modelidir.


Kullanımımızdaki dillerde (matematiksel, müziksel ya da sözsel) ifade edilmeyen bir şeye dikkat etmek gerçekten zordur. Bu nedenledir ki yabancı ülkelerden bazı sembolleri ödünç alırız. Örneğin, Japonların ‘yugen’ dediği bir duyguyu karşılayan hiç bir İngilizce sözcük yoktur ve biz ancak Japonların bu sözcüğü kullandıkları durumlara zihnimizi açarak ne demek istediklerini anlayabiliriz.

O halde, bırakın duyularımızın uyarlanmamış olduğu dalgaboyuna sahip titreşimleri (kozmik ışınlar gibi), dünyanın, bilinçli yönelimimiz olmadan duyularımızın karşılık verdiği sayısız nitelikleri ve boyutları olmalı. Piyanonun bütün tuşlarına birden basılması gibi, bütün titreşimleri bir anda algılamak bir kargaşa olurdu. Ama kolaylıkla farkına varabileceğimiz, bilinmemeleri ego yanılsamalarımızın ve her birimizin saklı tek ‘ben’ olduğumuzu fark edemeyişimizin temel dayanağı olan yok sayılmış iki şey vardır:


Bunlardan biri, aydınlık ve karanlık, ses ve sessizlik, katı madde ve boşluk, etkin olan ve olmayan, iç kısım ve dış kısım, göz önüne çıkan ve gözden kaybolan, neden ve sonuç gibi sözde karşıtlıkların aynı şeyin görünümleri ya da kutupları olduğunu görmemektir. Diğeri, bu daraltılmış algı, sadece dünyayı anlamanın biricik yolu değil, ama ayrıca bilinçli bir varlık oluşumuzu duyumsayışımızın temeli olduğuna bizi öyle ikna etmiş, bize öylesine egemen olmuş ki, onun evreni kesitler halinde alan görüş gücünce hipnotize edilmişiz. Bu evrenin, ayrı düşmüş ya da nasıl olduysa bir araya gelmiş ve her birimizin yalnızca onlardan biri olduğu, birbirinden ayrı şeylerin bir toplaması olduğunu hissederiz. Belki evrensel bir bütünün kesitleri ya da büyük bir makinenin gözden çıkarılabilecek parçaları gibi, her şeyi tek başına görürüz, doğarken tek başına, ölürken tek başına. Kedinin kafası ve kuyruğu gibi, bütün sözde şeylerin ve olayların bir arada gittiğini görmemiz çok enderdir.


Diğer bir deyişle, biz ‘Ak ve Kara Oyunu’nu –‘yukarı/aşağı, açık/kapalı, katı madde/boşluk, her biri/hepsi evrensel oyunu’nu- oynamıyoruz. Bunun yerine biz, ‘Kara Ak’a Karşı’, ya da daha yaygın olarak ‘Ak Kara’ya Karşı’ oyununu oynuyoruz.

Özellikle gün ve gece, ya da yaşam ve ölümde olduğu gibi, titreşim oranları azaldığında dünyanın kara ya da negatif yönünün farkına varmaya zorlanırız. Pozitif ve negatif yönlerin birbirinden ayrılmazlığını göremediğimizden, ‘Kara’nın oyunu kazanacağından korkarız. Ama “Ak kazanmalı” oyunu artık bir oyun değil, müzmince boşuna çabalandığı duygusunun egemen olduğu bir savaştır; çünkü yaptığımız şey, dağları koruyup vadileri ortadan kaldırmaya çalışmak kadar çılgıncadır.


Bu savaşın temel biçimi, ‘Yaşam Ölüme Karşı’, yani, bütün canlıların ciddi ve asli görevi olduğu varsayılan sözde yaşam savaşıdır. Bu yanılsama sürer, çünkü 

(a) savaş geçici olarak başarılıdır (ölene kadar yaşamayı sürdürürüz); 

(b) yaşamak, tüm oyunlar için geçerli olan, çaba ve yaratıcılık ister.

Bildiğimiz kadarıyla hayvanlar, bizim gibi sürekli olarak hastalık ve ölüm korkusu içinde değiller; çünkü onlar ‘şimdiki zaman’da yaşarlar. Ama buna rağmen aç olduklarında, ya da saldırıya uğradıklarında savaşırlar.

Bununla beraber, hayvanları ‘kusursuzca doğal’ davranışın modelleri olarak alma konusunda dikkatli olmalıyız. Eğer ‘doğal’, ‘iyi’ ya da ‘bilge’ anlamına geliyorsa, her zaman olmasalar da insanlar hayvanlardan daha ‘doğal’dır.


Çiçekle örtülü bir tepenin ardında batan güneşi seyretmek, geri dönmeyi düşünmeksizin büyük bir ormanda dolanıp durmak, kıyıda durup çok uzaklardaki adaların arkasında gözden kaybolan bir geminin ardından bakmak, bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan yaban kazlarını seyretmek… Bunların hepsi ‘yugen’, ama ortak noktaları nedir?

Ama insanlar, özellikle de Batı uygarlığında, ölümü bir gulyabani olarak görürler. Bunda, günahkarların yargılanıp Araf’ın geçici dehşetine veya sonsuz cehennem azabına gönderileceğine ilişkin yaygın inancın önemli bir payı vardır. Günümüzde bu daha da etken ölçekte, ölümün bizi sonsuz hiçliğe götüreceği korkusuna dönüşmüştür. Ölüm sanki sonsuza dek diri diri gömülmek gibi, bir tür deneyim olarak düşünülür. Öyle bir deneyim ki, ne arkadaş, ne güneş ışığı, ne kuş sesleri, ne aşk ya da kahkaha, ne deniz, ne yıldızlar, ama sadece ve sadece sonsuz karanlık vardır.

Bırakma kendini uysalca, o nihai geceye…
Diren, diren ışığın ölümüne.


Hayal gücü basit hiçliğe ulaşamaz ve bu nedenle boşluğu fantezilerle doldurmak zorundadır. Ölüm, amansız “Ak Kazanmalı” savaşında, ‘Kara’nın ‘Ak’a karşı zaferi olarak değerlendirildiğinde, boşluğu dolduran fanteziler iyive gulyabanileşirler. Hatta yaygın cennet fantezilerimiz de ürkütücüdür; çünkü yaygın Tanrı imgesi tahtına kurulmuş ciddi ve korku salan bir ‘büyükbaba’dır ve tabii ki onun huzurunda adetten sevinç gösterisinde bulunabilirsiniz, ama gerçek anlamda eğlenemezsiniz.

Ölüm hakkında bireysel duygular, toplumsal tutum tarafından belirlenir ve ölümle bağlantılı doğal veya doğuştan gelen bir duygunun varlığı şüphelidir. Örneğin, ‘İlk Günah’, ya da ilişkiden alınan hazzın bir cezası olarak doğumun acı vermesi gerektiğine inanılırdı; çünkü Tanrı Havva ve onun bütün kızlarına “Acı içinde çocuk doğuracaksınız” demişti. Böylece herkes doğumda kadının acı çekmesinin bir ödev olduğuna inanınca, kadınlar da ödevlerini yaptılar ve çoğu hala yapmaya devam ediyor. Bu yüzden, ‘ilkel’ toplumlarda kadınların tarlada çalışırken rahatça doğurduklarını ve göbek bağını ısırarak koparıp, çocuğu kundakladıktan sonra yola koyulduklarını öğrenmek şaşkınlık yaratmıştı. Bunun böyle olması o kadınların daha dayanıklı olmasından değil, farklı bir tutum içerisinde olmalarından kaynaklanıyordu; çünkü doğum uzmanları çoğu kadının acısız ve doğal doğuma psikolojik olarak şartlandırılabileceklerini keşfetti. Doğum sancılarına ‘gerginlik’ adı verildi ve anne adaylarına gerginliği azaltıcı bedeb hareketleri yaptırılmaya başlandı. Onlara doğumun bir hastalık olmadığı anlatıldı.


Bir hastalık sonucu erken ölüm gelebilir, ama doğum gibi ölüm de hastalık değildir. Sonbaharda yaprakların dökülmesi gibi, insan yaşamının doğal ve gerekli sonudur ölüm. (Plastikten dökülmeyen yaprakların yapılması gibi, gün gelir, cerrahlar sayesinde siz de bütün organlarınızı plastikleriyle değiştirip, kendinizin plastik bir modelini elde ederek ölümsüzlüğe kavuşabilirsiniz.) Bu yüzden hekimler ölüme ve onun acılarına, doğum ve onun ‘acılarına’ yaklaştıkları gibi yaklaşma olasılığının yollarını aramalıdır.

Her şeyin ötesinde ölüm muhteşem bir olaydır. Çok yakınımızda olmadığı sürece, zihnin gerilerine itilmiş de olsa, kendimize ve yaşamımıza müzmin bir gerginlik içinde sımsıkı sarılırız. Ama tutunmaya çalışmanın hiç bir yararı kalmadığında, şartlar kendimizi tümüyle bırakmak için çok uygundur. Bu olduğunda, birey ego kafesinden kurtulur.

Olayların olağan akışında, bu, gerçek benin, evreni oynatan ‘ben’ olduğu bilgisine ulaşmak için altın bir fırsattır –müthiş bir sevinç yaratacak olan bir andır. Ama şimdi göreneklerin etkisiyle, hekimler, hastabakıcılar ve yakınları, hastayı kısa zamanda iyileşeceğine ve bir sonraki hafta ya da ay evine döneceğine ilişkin güvence vererek, gülen maskelerle ortaya çıkarlar.


Oysa ölümün sürekli olarak farkında olmak, tutunacak hiç bir şeyin olmadığını bilmektir. Ölümden korkmamalıyız demek, bencil olmamalıyız demekten daha fazlasını anlatmaz. Ölüm korkusunu bastırmak, onu daha etkin kılmaktır. Önemli olan, ‘ben’ ve şu an var olan diğer her şeyin ‘öleceğini’ hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın bilmektir. Doğduğunuzda sarp bir kayalıktan aşağı itildiniz ve sizinle birlikte aşağı yuvarlanan kaya parçalarına tutunmanızın yararı yok. Eğer ölümden korkuyorsanız, korkun. Önemli olan ona uymak, ele geçirmesine izin vermek –korku, acılar, hayaletler, fanilik, yok oluş ve daha ne varsa… Ve ardından inanılmaz sürpriz: Ölmezsiniz, çünkü asla doğmadınız. Siz yalnızca kim olduğunuzu unutmuştunuz.

Bu, çevremizdeki işbirliğiyle daha kolay gelir. Çocukken öbür benlerimiz, ailelerimiz, arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz bizde ayrılık yanılsamasını güçlendirmek için ellerinden geleni yaparlar –‘gerçek kişi olmak’la tam anlamıyla anlatılmak istendiği gibi, gerçek ‘düzmece’ olmamıza yardım ederler. Oyuncuların sahne arkasında maskelerini çıkarmaları gibi, ölümde kişiliğimizi (persona) üstümüzden çıkarırız.


Kara ve Ak Oyunu’nun, “Ak kazanmalı” oyununa dönüştürüldüğü daha nice örnekler var ve bunlar, yaşam savaşı gibi iki tarafın birbirine bağımlılığını yoksaymaya dayanırlar. Ama ilginçtir ki bu ‘Kara ve Ak Oyunu’nun bir parçasıdır, çünkü onların birbirine bağımlılığını unutmak ya da yoksaymak, saklambaç oyunundaki ‘saklanma’dır.

Binlerce yıllık insan tarihi, karanın akla birlikte gittiğinin kabulüne ilişkin tabu üzerine kurulmuş olağanüstü boş bir çatışma, harika bir biçimde sahnelenmiş zaferler ve trajediler gösterisi olmuştur. Belki de hiç bir şey bu kadar büyüleyici bir kuru gürültüyle hiç bir yere varmamıştır. ‘Kara ve Ak Oyunu’nun asıl numarası, eşlerin bir olduklarını gizlemek ve olabildiğince farklı görünmek için yaptıkları en gizli anlaşmadır. Bu, seyircileri gerçek bir kavga olduğuna inandıracak kadar iyi yapılmış bir gösteri kavgası gibidir. Görünen farklılıkların ardında gizlenen, Vedanta’nın dediği gibi ‘Ben’in, ansız ‘Tek’in, kendini sen biçiminde gizleyen, ne varsa ve olan her şeyin örtük birliğidir.

O halde, eğer ben ile diğeri ve birey ile evren arasında böylesi asli bir birlik varsa, zihinlerimiz nasıl böylesine dar oluyor ki biz bunu bilmiyoruz?