Doğanın temel gerçeklikleri olarak aldığımız bir çok şeyin, dünya üzerine yaygın olarak kabul edilen ya da geleneksel düşünüş yollarından kaynaklanan toplumsal kurgular olduğunu gördük. Bu kurguları şöyle sıralayabiliriz:
1. Dünyanın ayrı ayrı parçalardan ya da şeylerden oluştuğu.
2. Şeylerin bir tür temel ‘hammadde’nin farklılaşmış biçimleri olduğu.
3. Bireysel organizmaların da böyle şeyler olduğu ve içlerinde bağımsız egolar barındığı ve de kısmen bu egolar tarafından kontrol edildiği.
4. Aydınlık/karanlık, katı madde/boşluk gibi ilişkilerin karşıt kutuplarının, kutuplardan birinin kesin zaferiyle sonuçlanabilecek bir çatışma içinde oldukları.
5. Ölümün kötü olduğu ve yaşamın ona karşı sürekli bir savaş olduğu.
6. Bireysel ve kollektif olarak insanın en üstün tür olmaya yönelmesi ve doğanın kontrolünü ele geçirmesi gerektiği sanıları.
Kurgular kurgu olarak alındıkça yararlıdır. Bu durumda kurgular, inçler ve saatler, numaralar ve sözcükler, matematiksel sistemler ve diller üzerinde anlaştığımız gibi, yalnızca birlikte bir şeyler yapabilmek için izlemeyi kabul ettiğimiz, dünyayı ‘gösterme’ yollarıdır. Eğer zaman ve mekan ölçülerinde hiç bir uzlaşmamız olmazsa, sizinle bir yerde buluşma ayarlamamız olanaksız olurdu.
Ama kurgular gerçekmiş gibi algılandığında sorun başlar. Bu yüzdendir ki, 1752’de Britanya hükümeti o yılın 2 Eylül’ünü 14 Eylül olarak değiştiren bir takvim reformunu gerçekleştirdiğinde, yaşamlarından 11 günün eksildiğini düşünen bir çok insan, hükümet binasına koşuşup, “11 günümüzü bize geri verin!” diye bağrıştılar.
Gerçeklikle kurgunun böylesine birbirine karıştırılması, örf ve adet hukukunun, dillerin, ölçülerin ve diğer yararlı kurumların geniş ölçüde kabul edilmesini ve var olanların daha da gelişkin kılınmasını iyice güçleştirir.
Ama, görmüş olduğumuz gibi, kendimiz ve dünyayla asli ilişkilerimizi, hep olduğu gibi kabul edilmiş, incelenmemiş ve sıklıkla kendi kendisiyle çelişen kurgularla (ya da düşünce simgeleriyle) karıştırdığımız zaman çok daha derin sorunlar ortaya çıkar. Yine ayrıca daha önce gördüğümüz gibi, ‘çıkıntı’ olarak insan, insanın, dünyanın özel bir eylemi olarak değil de, dünyadaki ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tutarsız bir tanımıdır. İnsanın dünyanın özel bir eylemi olarak alınmasının onu sanki bir kukla yaparmış gibi gelmesi, güçlüğün bir kısmını oluşturur; ama bunun böyle olması, bu bakışı kabul etmeye ya da anlamaya çalışırken hala kendimizi ‘çıkıntı’ olarak görmenin etkisinden kaynaklanır.
İnsanın dünyanın bir eylemi olduğunu söylemek, onu bütün diğer ‘şeyler’ tarafından çaresizce itilip kakılan bir ‘şey’ olarak tanımlamak anlamına gelmez. Dünyayı, her bir topun diğerleri tarafından edilgen bir biçimde oradan oraya savrulduğu bilardo topları sistemi olarak gören Newton’un görüşünü aşmalıyız. Unutmayalım ki, Aristoteles ve Newton, dünyayı ayrı ayrı şeylere ve olaylara ayırmanın bir kurgu olduğunu unutarak, nedensel gerekircilikle, bir şey ya da olayın diğerleri tarafından nasıl etkilendiği üzerinde çalıştılar. Belirli olayların nedensel olarak bağlantılı olduğunu söylemek, kedinin başı ve kuyruğu gibi, onların aynı olayın görünümleri olduğunu söylemenin hantal bir yoludur.
Tek tek insanların, ulusların hayvanların ve bitkilerin kendi başlarına var olmadıklarını göremememiz yüzünden, en uygulanabilir tasarılarımız tekrar tekrar sarpa sardı. Bu yalnızca şeylerin birbirine göre var olduklarını söylemek değil, ama bizim ‘şeyler’ dediğimizin tek bir sürecin ansal yakalanışlarından başka bir şey olmadığıdır. Kuşkusuz bu sürecin dikkatimizi çeken farklı nitelikleri var, ama farklılaşmanın ayrı oluş olmadığını unutmayalım. Dalganın tepesi ne kadar keskin ve net olursa olsun, daha az belirgin ve yumuşak olan dalganın çukuruyla ‘birlikte’ gider. Aynı şekilde yıldızların parlak noktası da uzayın karanlık arka planıyla ‘birlikte’ gider.
Bu, Geştalt algılama kuramında şekil/zemin ilişkisi olarak bilinir. Kısaca bu kurama göre, hiçbir şekil arka plan olmaksızın algılanamaz. Örneğin, eğer bana benim vücut hatlarım görüş alanınızdan çıkacak kadar yaklaşırsanız göreceğiniz ‘şey’ artık benim vücudum değildir. Dikkatiniz benim vücudum yerine bir düğme, ya da kravata takılacaktır, çünkü ayrıca yine bu kurama göre, herhangi bir arka plana karşı hareket halindeki bir şekil (durağan bir arka plana karşı) ya da çevrelenmiş veya birbirine sıkıca bağlı karmaşık bir görünüm (basit, belirgin olmayan bir arka plana karşı) dikkatimizi hemen hemen otomatik olarak ‘çeker’.
Yani tahtaya aşağıdaki şekli çizip,
“Ne çizdim?” diye sorsam, genel olarak herkes bu şekle bir çember, top, disk ya da yüzük diyecektir. Çok ender olarak birisi çıkıp da, “içinde delik olan bir duvar” diyecektir.
Diğer bir deyişle, dünyanın bütün niteliklerinin, sınırlarını onları çevreleyen alanlarla ortak olarak sahiplendiğini kolaylıkla göremeyiz –ki şeklin dış hatları ayrıca arka planın iç hatlarıdır.
Varsayalım ki çizdiğim çember/delik şekli aşağıdaki şekiller dizisinden geçseydi:
çoğu kişi, hareketi, eylemi, çevrelenmiş bölgeye yorardı, sanki o bir amipmiş gibi. Ama ben pekala da cilalı bir masanın üzerine dökülmüş ince bir su tabakasını çiziyor olabilirdim. Demek istediğim, her iki durumda da dünyanın herhangi bir niteliğinin hareketi onun tek başına dış kısmına ya da iç kısmına yorulamaz, ikisi birlikte hareket eder.
Bu basit çizimlerdeki arka planın eylemi ve varlığını fark etmedeki güçlüğümüz canlı organizmaların davranışlarına gelince korkunç bir biçimde artar. Küçük bir kum tepesinde ileri geri durmadan hareket eden karıncaları ya da bir meydanda dolanıp duran insanları izlediğimizde, hareketten yalnızca karıncaların ya da insanların sorumlu oldukları çok açıkmış gibi gelir. Ancak gerçekte bu, tüm biçimlenimin hareket ediyor olduğunda karar kılmak zorunda kaldığımız basit, boşlukta hareket eden üç top sorununun çok daha karmaşık bir uyarlamasından başka bir şey değildir –sadece toplar değil, sadece boşluk değil, hatta toplar ve boşluk birlikte uyum içinde de değil, ama topların ve boşluğun sanki kutuplarıymış gibi olduğu tek bir katı madde/boşluk alanı hareket eder.
Organizmaların davranışını bilim adamlarının yaptığı gibi dikkatlice incelemeye yönelmedikçe, organizmaların tam anlamıyla kendi başlarına hareket ediyor oldukları yanılsaması büyük ölçüde ikna edici gelir. İster biyolog, sosyolog ya da fizikçi olsun, bilim adamları bunu yaptıkları zaman, aynı zamanda çevresini tasvir etmedikçe organizmanın ne yapıyor olduğunu söyleyemeyeceklerini çabucak görürler. Yürüyüşün yönü ve hızı, yapıldığı zemine göre tasvir edilmek zorunda olduğu için, açıktır ki bir organizma yalnızca bacak hareketlerine göre yürüyor olarak tasvir edilemez. Dahası, bu yürüyüş ender olarak boşuna yapılır.
Bölgedeki besin kaynaklarıyla, diğer organizmaların düşmanca ya da dostça davranışlarıyla ve dikkat ilk olarak sinsi sinsi dolaşan karıncaya çekildiği için o anda göz önüne almadığımız sayısız başka etmenle bir ilişkisi vardır. Karıncamızın davranışının tasviri ne kadar ayrıntılı olursa, ortamının boşuna yapılır. Bölgedeki besin kaynaklarıyla, diğer organizmaların düşmanca ya da dostça davranışlarıyla ve dikkat ilk olarak sinsi sinsi dolaşan karıncaya çekildiği için o anda göz önüne almadığımız sayısız başka etmenle bir ilişkisi vardır.
Karıncamızın davranışının tasviri ne kadar ayrıntılı olursa, ortamının yoğunluğu, nem oranı ve ısısı, besininin tipleri ve kaynakları, kendi türünün ve bir şekilde ortak-yaşam ya da birbirini yeme ilişkisi içinde olduğu çevre türlerinin toplumsal yapısı gibi unsurları o kadar çok içermek durumundadır.
En sonunda bütün veriler derlendiğinde ve bilim adamı daha fazla zaman ve ilgi yokluğundan “bitti” dediğinde, pekala da karıncanın davranışının çevresine irade dışı ve otomatik tepkisinden başka bir şey olmadığı izlenimini edinebilir. Bununla çekilir, şununla itilir, şu şartla canlı tutulur, bir başkasıyla yok edilir.
Ama varsayalım ki bilim adamı dikkatini karıncanın çevresinde yaşayan başka bir organizmaya –belki kirli bir mutfaktaki ev kadınına—yöneltsin, hemen karıncanın ve tüm dost ve akrabalarının bu davranışını belirlediğini eklemek zorunda kalacaktır! Dikkatini nereye yöneltirse yöneltsin etkin, neden oluşturan bir fail yerine, sadece sınırları dış etmenlere göre şu ya da bu şekilde giden tepkisel bir boşluk bulacaktır.
Ancak iyice düşününce bunun böyle olmadığı görülür. Bilim adamı kendine karıncanın ne yapıyor olduğunun, onun çevresinin ne yapıyor olduğunu içermek zorunda olmasının ne anlama geldiğini sorar. Bu demektir ki, incelemekte ve tasvir etmekte olduğu birim ya da şey değişti. Başlangıçta tek bir karınca vardı, ama kısa zamanda karıncanın bulunduğu tüm eylemlilik alanına dönüştü. Eğer vücudun belli bir organı tasvir edilmeye başlansaydı, aynı şey olurdu: İncelemeye alınan organ diğer organlarla ilişkisi hesaba katılmazsa hiç bir şekilde anlaşılamazdı.
Bu nedenledir ki, canlı organizmaları inceleyen her bilim dalı –bakteriyoloji, botanik, zooloji, biyoloji, antropoloji—kendi özgün konumundan bir ekoloji bilimi (sözlük anlamıyla, hane mantığı ya da organizma/çevre alanları çalışması) geliştirmek durumundadır. Ne yazık ki bu bilim, bölüm sınırlarının amansız koruyucuları tarafından çok fazla bilimlerarası bulunduğu için akademik politikalara sıkıştırılmıştır. Ama ekolojinin ihmali modern teknolojinin en zayıf yanıdır ve bu bizim tüm canlı türleri cemaatinin bir üyesi olmaya gönülsüz oluşumuzla birlikte gider.
İnsan doğaya ‘hükmetmeye’ çalışır, ama ekoloji ne kadar öğrenilirse, bir organizmanın herhangi bir niteliğinin ya da bir organizma/çevre alanının diğerlerine hükmediyor ya da onları yönetiyor olduğundan söz etmek o kadar saçma kaçar.
Bir zamanlar ağız, eller ve ayaklar birbirlerine “bütün bu yiyecek bulma ve çiğneme işini biz yapıyoruz, ama şu tembel mide hiçbir şey yapmıyor. Onun da biraz iş yapmasının zamanı geldi de geçiyor! Haydi greve!” demişler. Böylece günlerce çalışmadan durmuşlar, ama çok geçmeden zayıf düşmeye başlamışlar; ta ki en sonunda her biri midenin kendi mideleri olduğunu ve canlı kalmak için yeniden çalışmaya başlamak zorunda olduklarını anlayıncaya kadar!
Ama fizyoloji ders kitaplarında bile beynin ya da sinir sisteminin kalbi ya da sindirim sistemini ‘yönetiyor’ olduğundan söz edilerek, sanki beynin kalbe ya da mideye değil de, kalp beyine aitmiş gibi kötü politikalar bilime sızdırılıyor. Ancak beynin mide yoluyla ‘kendini’ besliyor olduğunu söylemek, midenin daha çok besin almak için üst giriş kısmında bir beyin ‘evrimleştirdiğini’ söylemek kadar doğru ya da yanlıştır.
Ayrı ayrı şeylerin kurgusal olduğu görülünce, açıkça ortaya çıkar ki, var olmayan şeyler eylemde ‘bulunamazlar’. Güçlük şurada: Dillerin çoğu öyle düzenlenmiş ki, eylemler (yüklem) şeyler (isim) tarafından harekete getirilir ve dilbilgisi kurallarının doğanın örüntüleri ya da kuralları olmalarının gerekmediğini unuturuz. Bir dilbilgisi uzlaşımından başka bir şey olmayan bu yanılgı, ruhun maddeye nasıl hükmettiği ya da zihnin bedeni nasıl hareket ettirdiği gibi saçma muammalarının sorunlusu, ya da ‘birlikte gideni’dir. Nasıl oluyor da, tanımı gereği eylem olmayan bir isim eyleme götürüyor?
Bilim adamları sıfatları ya da isimleri dışlayarak, yalnızca fiiller ve zarflardan oluşan Amerindian Nootka modelinde bir dil kullansalardı, daha az sıkıntıya düşerlerdi. Eğer barınağı barınma, var oluşu var olma olarak kullanabilirsek, neden insanlardan ‘insanma’, beyinden ‘beyinme’ ya da bir karıncadan ‘karıncanma’ olarak söz etmeyelim? Bu yüzden Nootka dilinde kilise ‘dinselce barınma’, dükkan ‘tecimsel barınma’ ve ev ‘yuvasalca barınma’dır. Ancak bizler, “kim ya da ne barınıyor?”, “kim insanıyor?”, “karıncanan ne?” diye sorma alışkanlığındayız. Oysa, örneğin “şimşek çaktı” dediğimizde, çakanın şimşekle aynı şey olduğu çok açıktır. Bir ad konmuş her şey, açık bir biçimde bir süreç ya da eylemdir, ama dil, eylemin nedenleri olduğu varsayılan hayaletlerle doludur.
“Bir insan koşuyor” demek, koşmayı açıklar mı? Aksine, tek açıklaması “oturmakla birlikte giden bir insanma”dan ayrı olarak “koşmakla birlikte giden insanma” alan ya da durumunun tasviri olurdu. (Fiil dilinin bu ilkel ve hantal biçimini genel kullanım için önermiyorum. Çok daha inceliklisini icat etmeliyiz.) Dahası, benim (organizma olarak) yaptığım koşu, benden başka bir şey değildir; çünkü organizma bazen bir koşma süreci, bazen bir dinlenme süreci, bazen bir uyuma süreci,…, ve bunların her birinde davranışın ‘neden’i bütün olarak durum, ‘organizma/çevre’dir.
Gerçekten de en iyisi nedensellik anlayışını bırakıp, göreceliliği kullanmak olurdu; çünkü belli bir duruma karşı organizmanın koşarak, dinlenerek, ya da her ne olursa ‘tepki veriyor’ ya da ‘karşılık veriyor’ olduğunu söylemek bile hala eksik kalır. Bu, hala Newton’cu bilardo dilidir. Organizmaların kendileri gibi ortamları da hareket halindeki örüntüler olarak düşünmek daha kolaydır. Böylece kediye dönersek, bir ucunda dikili kulaklı ve bıyıklı bir durum, bıyıklara, pençelere ya da tüylerine tepki ya da karşılık olarak diğer ucunda bir kuyruğa neden olmaz. Çinlilerin dediği gibi, bir durumun değişik nitelikleri ‘ortak doğar’; ya da arka-ön, tavuk-yumurta ilişkisinde olduğu gibi, biri diğerini beraberinde getirir. Mıknatısın uçları gibi birbirlerine göre var olurlar.
Üstelik, tavuk-yumurta ilişkisinin gösterdiği gibi, bir toplam durumun tüm nitelikleri aynı zamanda ortaya çıkmak zorunda değildir. Bir insanın varlığı, ölmüş olsalar bile bir anne-babanın varlığının göstergesidir ve bir organizmanın doğuşu onun ölümünün göstergesidir. Ama doğumu ölümün nedeni olarak görmek, kedinin başını kuyruğunun nedeni olarak görmek kadar zorlama olmaz mı? Her iki kısmı da aynı zamanda geldiği için bir şişenin ağız kısmını kaldırmak, dibini de kaldırmayı beraberinde getirir. Eğer bir akordionu bir ucundan kaldırırsam, birazcık sonra diğeri ardından gelecek, ama ilke aynıdır. Bu yüzden, toplam durumlar, mekandaki örüntüler kadar zamandaki örüntülerdir de.
…
Özetle, hiç bir şey ya da organizma kendi başına var olmadığı gibi, kendi başına eylemde de bulunmaz. Dahası, her organizma bir süreçtir –bu nedenle, organizma, eylemlerden başka bir şey değildir. Kabaca, bir organizma, onun ne yaptığıdır. Daha tam olarak, davranışı da dahil olmak üzere organizma, çevresinin daha kapsamlı ve uzun vadeli sürecine göre anlaşılması gereken bir bütünlüktür; çünkü ‘anlamak’ ya da ‘kavramak’la kastettiğimiz, parçaların bütüne nasıl uyduğunu görmek ve ardından da parçaların bütünü bir yap-boz gibi oluşturmadıklarını, ama bütünün ayrı ayrı parçaları olmayan bir örüntü, bir karmaşık kıpırtılılık olduğunu fark etmektir.
Parçalar, dilin dünyaya onu parçalarmış gibi gösteren bir ağın arkasından bakma anlayışının kurgularıdır. Parçalar yalnızca tasvir ve anlatım kolaylığı için vardırlar ve eğer bunu unutursak dünyayı düşündüğümüzde kafamız karışır.