gerçek ‘düzmece’

Sır, daha şimdiden açığa çıkmıştır: “Bu dünyaya gelen” ve etten bir kafeste yaşayan ‘biricik ben’ olarak kendiniz bir aldatmaca ve düzmecedir. Çünkü bu evrendeki tek bir şey ya da nitelik bütünden ayrılamaz, tek gerçek ‘Sen’ ya da ‘Ben’ bütündür. Öncelikle bu aldatmacanın biçimine ve nasıl işlediğine bakmalıyız. İnsanların kendi var oluşlarını nasıl deneyimledikleri, ya da duyumsadıkları öteden beri ilgimi çekmiştir. İnsanlar ‘ben’ sözcüğünü hangi özgün duyumlar için kullanırlar?

Öyle görünüyor ki, insanların çok az bir kesimi bu sözcüğü tüm fiziksel organizmaları için kullanıyor. “Benim bir vücudum var” demek, “ben bir vücudum” demekten çok daha yaygın. “Benim elbiselerim” der gibi, “benim bacaklarım” deriz ve anlaşılan bacaklar kesilip atılsa bile ‘ben’ dokunulmamış olarak kalır. “Ben yürüyorum”, “ben konuşuyorum” ve hatta “ben soluk alıyorum” deriz; ama “kemiklerimi ben oluşturuyorum”, “tırnaklarımı ben uzatıyorum” veya “kan dolaşımımı ben yapıyorum” demeyiz. Görünen o ki, biz ‘ben’i vücudun içinde ama gerçek anlamda vücuda ait olmayan bir şey gibi kullanıyoruz; çünkü olup bitenlerin çoğu, dış olaylardaki gibi ‘ben’e oluyor. ‘Ben’, iradi davranışın merkezi ve bilinçli yönelim için kullanılıyor ama bu kullanımda da tutarlılık sağlanmıyor. Solumak kısmen iradidir ve sanki hastalanmak ve rüya görmek edilgen eylemler değillermiş gibi “hastalandım”, “rüya gördüm” deriz.


Yine de ‘ben’ genellikle, değişik insanlarca değişik yerlerde hissedilen vücuttaki bir merkez olarak düşünülür. Bazı kültürlerde, ‘ben’ mideyle belkemiği arasındaki ‘güneş sinir-ağı” bölgesinde, Çinlilerde ‘hsin’ (kalp-zihni ya da ruh) göğüsün ortasında olarak kabul edilir. Batılıların çoğu için ise ego kafanın içinde, gözlerin arkasıyla kulaklar arasında bir yerdedir –sanki kafatasının içinde oturmuş, gözlere bağlanmış bir televizyon ekranını seyreden, kulağa bağlanmış bir kulaklıkla dinleyen bir kontrol memuru gibi. Ve bu kontrol memurunun önünde bilgi sağlayan, ya da onun isteklerine karşılık veren vücudun bütün kısımlarına bağlı bir kontrol panosu durur.

Bu kontrol memuru görüntüyü ‘görür’, sesleri ‘duyar’, duyguları ‘duyumsar’ ve yaşantısı ‘olur’. Bunlar yaygın ama gereksiz konuşma biçimleridir, çünkü bir görüntüyü görmek sadece görmek, bir sesi duymak sadece duymak, bir duyguyu duyumsamak sadece duyumsamak ve yaşantısı olmak sadece yaşamaktır. Böylesi gereksiz ifadelerin bu denli yaygın kullanımı, insanların çoğunun kendilerini düşünce ve deneyimlerinden ayrı gördüklerini ortaya koyar. Memurumuzun kendi kafasında başka bir memuru, onun kafasında başka bir memuru ve böyle sonsuza dek giden memurun kafasındaki memur zincirinin olup olmadığını düşünmeye başlarsak, iş adamakıllı çetrefilleşir.

“Bildiğimi biliyorum gibi.
Ama anlamak istediğim,
bildiğimi bildiğimi bildiğimde
’ben’i bilen ‘ben’ diyen,
genç bir adam vardı.”


Memurumuzun donanımındaki en önemli kalemlerden biri, onun kayıt ve dosyalama sistemi, yani duyusal girdileri nasıl yorumlayıp karşılık vereceğini öğrenmek için sürekli olarak başvurduğu bellektir. Bu donanım olmaksızın, bir kaç saniye öncesindekiyle aynı memur olduğu hissine kapılamaz ve değişmezlik duygusuna sahip olamazdı. Hafıza kayıtlarının, fotoğraf filmlerinden, ya da teyp bantlarından daha akışkan ve ele geçmez olmalarına rağmen, anıların birikimi benlik duygusunun vazgeçilmez bir unsurudur. Sanki bilinçli benlik gelip geçenleri yansıtan sabit bir aynaymış gibi, yaşam geçip giderken benliğin (memurun) kalıcılığı izlenimini verir. Bu durum, benliğin düşüncelerinizden ve dış olaylardan o denli yavaş bir hızla değiştiği ki, sizin onlardan bağımsız bir gözlemci olarak ayrı durduğunuz duygusunu iyice abartır.


Ama anılar girdap kadar kalıcıdır. Öyle görünüyor ki, bilgisayarların depolama mekanizmalarını taramaları misali, bilinçli yönelim de belleği tarar. Bellek, bir ayna, ya da bir defter yaprağı gibi kalıcı bir madde değil, girdap gibi kalıcı bir hareket örüntüsüdür. Eğer anılar sinir hücrelerinde depolanıyorsa, olayların akışının dışında kalmak söz konusu olamaz; çünkü sinir hücreleri kafatasının dışındaki olayların akışı içindedirler. Senin sinir hücrelerin benim, benim sinir hücrelerim senin dış dünyanın içerisindedirler. Bütün içimiz dışarıda, fiziksel dünyadadır.

Ama öte yandan ‘içerideki’ beyinler olmaksızın, dış dünyanın rengi, biçimi, ağırlığı, sıcaklığı, ya da hareketi yoktur. Dış dünyanın bu nitelikleri ancak, yine onun bir üyesi olan, beyine göre vardır.


İnsanların egolarını duyumsadıkları yer neresi olursa olsun, fiziksel varlıklarıyla özdeşleştirmeleri ne kadar az ya da çok olursa olsun, hemen herkes “ben vücudumun dışında bir şey değilim”de birleşir. Shakespeare’in Kral John’unun Hubert’e dediği gibi, “Bu etten duvarın içinde seni alacaklısı sayan bir ruh vardır.” Havayı soluyan gözenekler ve bilgi ileten sinir uçlarıyla kaplı olmasına rağmen, derisi sürekli olarak bir duvar, bir engel, ya da onu dış dünyadan ayıran bir sınır olarak görülür. Deri, bir duvar olduğu kadar bir köprüdür de. Buna rağmen, bu ‘etten duvar’ın ötesinde, ilgisini çekmek, ya da akışını değiştirmek için çok fazla enerji sarfedilmesi gereken, bizimle çok az bir ilgisi olan yabancı bir dünyanın uzandığına ilişkin köklü bir inancımız vardır. Bu dünya biz doğmadan önce oradaydı ve biz öldükten sonra da orada olmaya devam edecek. Biz o dünyada oldukça önemsiz, bağlantısız ve tek başına parçalarıymış gibi geçici olarak yaşarız.


Bütün bu yanılsama, dünyayı anlamak için binlerce yıldır kullandığımız dil sistemlerine, imgelere, modellere ve mitlere dayanan bir tarihe sahiptir. Göründüğü kadarıyla bunlar, algılarımız üzerinde tam anlamıyla hipnotize edici bir etkiye sahiptirler. Bir hipnotizmacının denekleri üzerinde ilginç davranışsal değişimler ve yanılsamalar yaratması büyük ölçüde konuşmaya –deneğin bilinçli yöneliminin gevşetilerek sabitleştirilmesiyle konuşmasının bir arada kullanımına dayanır. Sihirbazlar da yanılsamalarının çoğunu sürekli konuşma ve dikkatin yanlış yönlendirilmesi üzerine kurar. Hipnoz altındaki yanılsamalar, ‘hipnoz transı’ndan çıktıktan sonra bile, duyusal olarak canlı ve gerçek olarak algılanabilirler.

O halde durum, sanki insan ırkının kendini bu ben-merkezciliğe ikna ya da hipnotize etmesinden ibarettir. Aslında kendimizden başka suçlayacak kimse yok. Bir tanrı, ya da bizleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan bir gizli cemiyet tarafından düzenlenmiş bir komplonun kurbanları değiliz. Eğer bunun herhangi bir biyolojik temeli varsa, o da insan beyninin dikkatli, daraltılmış bilinçlilik kapasitesi ve onunla bir arada giden beyinin tanıma gücüdür –imge ve dilin kullanımıyla düşünme üzerine düşünmek ve bilmeyi bilmek. Bir yazar olarak benim sorunum, bir yandan onları türeten dillerden birini kullanırken, dilin yanılsamalarını ortadan kaldırmak. Ama yapabileceğim, devede kulak misali kalacak.


Binalar ve yollar (özellikle Roman ve Amerikan) gibi insan yapımı şeyler dışında, biz de dahil olmak üzere, evrenimiz kıpır kıpırdır. Nitelikleri, hem hareket ve hem de biçimsel olarak, kıpır kıpırdır. Bulutlar, dağlar, bitkiler, nehirler, hayvanlar, kıyılar –hepsi kıpırdanmakta. O kadar çok ve değişik biçimlerde kıpırdanırlar ki, bir kıpırtının nerede bittiğine, diğerinin nerede başladığına, uzayda ya da zamanda olup olmadığına kimse karar veremez. 18.yüzyılın bazı Fransız kalsikçileri, yıldızları zarif bir simetriyle düzenlemekte başarısız olduğundan, Yaratıcı’nın işini önemli bir biçimde aksattığından dem vurmuşlardı. Yıldızlar kırılan bir dalgadan ortaya çıkan damlalar gibi, sanki uzay boyunca püskürtülmüşlerdir. Bütün bu, tek bir şeyin çok değişik biçimlerde kıpırdanması mı, yoksa bir çok şeyin kendi başlarına kıpırdanması mı? Kıpırdanan ‘şeyler’ mi vardır, yoksa bu kıpırdanmalar mı ‘şeyler’i oluşturur. Bu nasıl düşündüğünüze bağlı.


Bin yıl öncesinde, bilinmeyen bir dahi, balık ve tavşan gibi kıpırtıların da ağlarla yakalanabileceğini keşfetti. Çok daha sonraları, başka biri dünyayı bir ağla yakalamayı düşündü. Bir bakıma, tek bir kıpırtıya bir ağın arkasından bakmayı denedi.

Ağı, büyük kıpırtıyı, her biri eşit ölçüde kareler içinde olan küçük kıpırtılara ayırdı. Böylece düzen kaosun üzerine zorla yüklenmiş oldu. Şimdi, kıpırtının şu kadar sağa, şu kadar sola, şu kadar yukarı, şu kadar aşağı doğru gittiğini ve sonunda sayısını söyleyebiliriz. Yüzyıllar sonra aynı ağ imgesi, yersel ve göksel enlem-boylam derecelerinin çizgisi olarak, matematiksel kıpırtıların çizimi için grafik kağıdı olarak ve kentlerin yerleşim planı olarak dünyaya zorla yüklendi. Ağ, insan düşüncesinin başlıca imgelerinden biri olmuş oldu. Ama bu sadece bir imgedir ve ekvatoru bir paketi bağlamak için kullanamadığımız gibi, gerçek kıpırtılı dünya da imgesel ağlarımız arasından su gibi akıp gider. Bu kıpırdanmayı belirli olaylara ve şeylere ne kadar bölsek, saysak, ayırsak, ya da sınıflasak da, bu, dünya üzerine düşünmenin bir yolu olmaktan öteye gitmez; çünkü gerçekte dünya asla bölünmez.


Diğer güçlü imge ise, çömleklerin kilin biçimleri olduğu ve söylenildiğine göre Tanrı’nın Adem’i topraktan yaratmış olması gibi, evreni tek ya da daha fazla tözün bir çok biçimi olarak düşündüğümüz evrenin ‘Seramik Modeli’dir. Bu, yüzyıllarca filozofları ve bilim adamlarını aptalca sorularla şaşkınlığa düşüren çok sorunlu bir imge oldu: “Biçim (ya da enerji) maddeyi nasıl etkiler?” “Madde nedir?” “Maddeden (bedenden) ayrıldığında biçime ne olur?” “Nasıl oluyor da ‘önemsiz’ madde uyumlu biçimler halinde düzenlenmiş oluyor?” “Beden ile zihin arasındaki ilişki nedir?”

Neden ve sonuç sorunu gibi, inatla çözülmezliğini sürdüren sorunlara, yanlış sorulmuş sorular olarak her zaman kuşkuyla bakmak gerekir. Doğal bir süreci yapay olarak ikiye bölün, sonra bunu yaptığınızı unutun ve ardından da yüzyıllar boyunca bu ikisinin nasıl bir araya geldiği üzerine kafa patlatın! ‘Biçim’ ve ‘madde’ için durum tıpatıp budur; çünkü hiç kimse, hiç bir zaman biçimsiz bir madde, ya da maddesiz biçim keşfetmedi. ‘Seramik Model’de bir şeylerin yanlış olduğu çok açık olmalıydı.


Ağaçlar ne kadar tahtadan ‘yapılmışsa’, dünya da o kadar maddeden biçimlenir. Dünya ne maddedir, ne de biçim; çünkü bunlar muğlakça ‘dünya’ ya da ‘var oluş’ olarak bilinen, aynı sürece karşılık gelen kullanışsız iki terimdir. Ancak her biçimin bir çeşit ‘hammadde’den yapıldığı ya da oluştuğu yanılsaması, sağduyumuza derinlemesine yerleşmiştir. ‘Matter’ ve ‘meter’in (madde ve ölçü), Sanskritçe ‘matr-‘ yani ‘to measure’ (ölçmek) kökünden geldiği ve ‘material’ dünyanın, belli soyut imgelerle ölçülmüş ya da ölçülebilir dünyadan başka bir anlama geldiğini tamamen unutuldu. ‘Material’ terimi sıklıkla ‘fiziksel’ sözcüğüyle eşanlamlı olarak kullanılır. Sözcüklerde, ‘Seramik Model’e uygun olarak materyal ya da fiziksel dünyanın herhangi bir ‘hammadde’den yapıldığını destekleyen hiç bir ipucu yok ve artık bu model, ‘Seramik Model’ yerine ‘Çatlak Model’ olarak geçecek.

Ama ‘Çatlak Model‘ yalnızca filozoflar ve bilim adamlarına sorun olmakla kalmadı. Onu ayrıca, batı uygarlığına egemen olan iki önemli mitin kökeninde buluruz; birbiri arkasından gelen bu mitler, ‘gerçek kişi’ yanılsamasının ortaya çıkışında vazgeçilmez bir rol oynadılar.


Eğer dünya temel olarak kil gibi ‘yalnızca hammadde’ ise, böylesi atıl ‘hamurun’ hareket edebilmesini ve kendisini biçimlendirebilmesini düşünmek oldukça zordur. Bu nedenle, enerjinin, biçimin ve zekanın dünyaya dışarıdan bir yerlerden gelmesi ve hamurun yoğurulması gerekir. Bu yüzden dünyanın bir kavanoz, masa, heykel ya da zil gibi ‘el ürünü’ olduğu ve böyle olunca da onu ‘yapan’ biri olduğu ve ayrıca ‘hammadde’nin de ‘yapılmış’ olması gerektiğinden, onun yapımından da birinin sorumlu olması gerektiği düşünüldü. Tekvin’de ‘boş ve biçimi olmayan’ asli ‘hammadde’ su ile simgelenir; çünkü su rüzgar olmadan dalgalanmaz, böylece Tanrı’nın Ruh’u üzerinde gezinene kadar hiç bir şey olmaz. Maddenin hareketi ve biçimlenmesi, değişik biçimlerinin gelip geçmesini ve yaşayıp ölmesini ona bildiren bilinçli bir enerji birimine, ‘akıllı ruh’a bağlanmış olur.


Ancak bildiğimiz dünyada açık olarak bir çok yanlışlık var ve insan bunları, bu dünyayı başlangıçta yaratmaya gücü olan o şaşırtıcı ‘Zihin’e mal etmeye çekinir. Bizler zalimliğin, acının ve kötülüğün ‘Var oluşun Zemini’nden geldiğini bir türlü kabul edemeyiz – en azından Tanrı’nın düşünebileceğimiz bütün bilgelik ve adaletin kusursuz örneği olduğunu umarız. (Yalnızca sorunun bu modelin kendinden kaynaklandığını belirtmek dışında, evrenin bu modelinin yarattığı meşhur ve çözümsüz ‘Kötülük Sorunu’na burada girmeye gerek yok.) Bu miti geliştirn insanlar, Tanrı imgesini sert ve her şeyin harfi harfine yapılmasını isteyen ama bunun yanısıra bağışlama ve sevgide, bilgelik ve adalette kusursuz olan ‘Evrenin Monark’ı olarak çağırtan kabile reisleri ya da krallar ve Mısır, Kalde ve Pers monarkları gibi süper-krallar tarafından yönetiliyorlardı. Burada yaygın tanrı imgesinden söz ediyorum; çünkü teologların yerleşmemiş kavramlarından ziyade yaygın olan ve yaşayan imgenin sağduyu üzerinde önemli bir etkisi olmuştur.


Her nasılsa dünyadan başka ya da ‘dışarıda’ kişisel bir Varlık olarak Tanrı imgesi, bizim, yaşamın akıl üzerine kurulduğunu, tek bir yönetici tarafından yürürlüğe konduğu için doğal yasalarının her yerde tutarlılık gösterdiğini ve bu yüce ve kusursuz Varlık’ın eşsiz niteliklerini kavramada imgelemimizi son haddine kadar kullanabileceğimizi düşünmemizi sağladı. Ayrıca bu imge herkese bir anlam ve önem duygusu verdi. O, ölümlü zamanın sonunda başlayacak olan cennetteki bitimsiz yaşamı planlamıştır; ama tabii ki bu ödül, bazı şartlara bağlıdır: O’nun buyruğuna uymayanlar, ya da bilerek ve amansızca reddedenler, inananların cennette yaşadıkları ile aynı yoğunlukta, sonsuza dek acı çekeceklerdir.

Bu Tanrı imgesinin sorunu, kabak tadı vermesiydi. Çocuklar okulda derslerini yaparken tepelerinde durulmasından her zaman rahatsız olurlar – bunu yapan sevip saydıkları bir öğretmen bile olsa! Her eylemin, düşüncenin ve duygunun öğretmenlerin öğretmeni tarafından gözetleniyor olduğunu, dünyanın ya da cennetin hiç bir köşesinde her şeyi gören ve yargılayan bu ‘Göz’den gizlenecek bir yerin olmadığını bilmek, anlatılmaz derecede can sıkıcıdır.


Bu nedenle Batılı düşünürlerin bu imgeyi sorgulamaya başlayıp, doğal olayların tanımlanmasında, ya da önceden bilinmesinde Tanrı varsayımının bir yardımı olmadığını söylemeleri korkunç bir rahatlama yarattı. Onlara göre, her şey Tanrı’nın yaratısı ve etkinliği demek, “her şey oluyor” önermesinden daha fazla mantık içermiyordu. Ama, sıklıkla olduğu gibi, bir zorba iktidardan edilince yerini daha kötüsü alır. ‘Çatlak Mit’, ‘Çömlekçisi’ saf dışı bırakılarak korundu. Dünya hala bir ‘el’ yapımıydı, ama bu kez bir otomatik makine modelinde. Doğa yasaları hala yürürlükteydi, ama yasa-koyucuları yoktu. Deistlere göre Tanrı bu makineyi yapmış, çalıştırmış, ama sonra ya uyumaya ya da tatile gitmiş. Ama tanrıtanımazlara, doğacılara ve bilinemezcilere göre dünya tam otomatikti. Bilerek olmasa da kendini kurmuştu. Maddenin daha fazla bölünemez, ya da incelenemez minik bilardo topları gibi atomlardan oluştuğu varsayılıyordu. Bu atomların sınırsız bir zaman için değişik permutasyonlar ve kombinasyonlarda serbestçe dolanımlarına izin verin, sonsuz zaman içinde ‘belli’ bir zamanda şu anki dünyayı elde edersiniz… Maymunlar ve daktiloların eski hikayesi.


Bu tam otomatik modelde biçim ve ‘hammadde’, enerji ve madde olarak yer aldı. İnsanlar, zihin ve vücut dahil, sistemin parçalarıydılar ve böylece atomların bitmez tükenmez hareketlerinin sonucu olarak zeka ve duyguya sahip oluyorlardı. Ama daktilolu maymunlarla ilgili bir sorun vardı ki, o da tam en sonunda Britannica Ansiklopedisi’ni yazmaya koyulacakları zaman her an yeniden maymunlaşabilecekleriydi. Bu yüzden, eğer insanlar tesadüfi konumlarını ve düzenlerini sürdürmek istiyorlarsa, doğanın gelişigüzel işleyişini alt etmek için delicesine çalışmak durumundaydılar. Bu mitte, maddenin kaba ve enerjinin kör olduğu, insanların –ve bazı hayvanların- derilerinin dışarısında kalan bütün doğanın son derece aptal ve duyarsız bir mekanizma olduğu üstüne basılarak vurgulandı. Yukarıda umursayan ‘birine’ inanmayı sürdürenlerle bulanık kafalı keşkeciler, yaşamı sürdürmenin yalnızca güçlülerin bir ayrıcalığı olduğu acımasız bir evrende, insanoğlunun dehşet verici açmazını göğüsleyemeyen zavallı acizler diye dalga geçildi.


Her şeyi bilen Tanrı kaygı vericiydi, ama ondan kurtulmanın verdiği rahatlama pek uzun sürmedi. Onun yerini ‘Kozmik Şakacı’ aldı ve insanlar evrenden iyice yabancılaşmaya başladılar. Bu durum sadece yalnızlık ve benliğin (şimdi bir ‘zihinsel mekanizma’) ayrı oluşu yanılsamasını güçlendirdi ve kendilerine doğacı diyen insanlar doğaya karşı gelmiş geçmiş en büyük savaşı başlattılar.

Şu ya da bu biçimde ‘Tam Otomatik Model’ miti çok inandırıcı oldu — fizik ve biyolojideki karşı eğilimlere rağmen, bazı bilim dallarında ve akademik çevrelerde geçmişin teolojik öğretilerindeki dogmaları aratmayan kutsallar kutsalı bir dogma haline geldi. Çünkü mit, davranış modellerini de içerir ve 19.yüzyılda dünyayı fethe koyulan Batı’nın realpolitiğin –acı verici olayları göğüsleyen güçlü insanlar için zafer- belirleyici ilke olduğu bir yaşam felsefesine gereksinimleri vardı. Böylece evrenin ‘Tam Otomatik Modeli’ni olabildiğince acı verici kılmak için birbirimizle yarıştık.


Dünyayı anlamak için kullanılan bir imge olarak mitin bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte, bu her şeye rağmen bir mit olarak kalır. Doğa, mekanik modeller çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmasaydı, Batı’nın bilim ve teknolojisinin olanaklı olup olmadığı kuşkuludur. Joseph Needham’a göre, bütün yetkinliklerine rağmen Çinlilerin bilimde çok az bir ilerleme göstermeleri, onların doğayı birbirinden ayrı parçalardan ‘oluşan’ ve mantıksal yasalara ‘uyan’ bir mekanizma olarak düşünmeyi akıllarının ucundan bile geçirmemeleriydi. Onların evren anlayışı organikti. Onlar için evren topların neden-sonuç serisinde birbirine çarptığı bir bilardo oyunu değildi. Bizim nedenler ve sonuçlar dediğimiz, onlar için ‘bağışıklar’dı – ön ve arka gibi ortaklaşa ortaya çıkan olaylar. Onların evreninde ‘parçalar’ birbirinden ayrılamazdı, almak ve satmak eylemleri gibi tümüyle birbirlerinin içine geçmişlerdi.


İster ‘Çatlak Model’e, ister ‘Tam Otomatik Model’e göre olsun, ‘yapılmış’ bir evren, küçük parçacıklardan oluşur ve bu parçacıklar doğanın temel gerçeklikleridir. Bu nedenle parçacıkların ne olduğunu ve nasıl bir araya getirileceğini öğrenmek için, doğayı mikroskop altında ya da analizle anlamak gerekir. Bu, birbirlerinden çok farklı insan tiplerinin üzerinde yükseldiği bir zemin olarak insanlık ya da İnsan Doğası’nın gerçek ‘tözler’ olduğunu ileri sürdüğü için, zamanın gerçekçilerine şiddetle karşı çıkan geç Ortaçağ döneminin adcı filozoflarının savunduğu görüştü. Her bireyin insan ‘töz’ünün bir örneği ya da sorunu olduğu düşüncesi, bu adcı filozoflara göre saçmaydı. Gerçi ‘töz’ o zamanlar madde anlamında değil, bir şeyin farklı tezahürlerinin altında duran bir tür öz olarak kullanılıyordu. Onlar için insanlık tek tek bireylerin toplamından başka bir şey değildi – yani insanlığın ad olmaktan öte bir gerçekliği yoktu.


Bildiğimiz gibi, adcılık Batı düşüncesinin ve özellikle de bilim felsefesinin egemen tutumu oldu. 18.yüzyılda Rousseau, toplumun ve devletin bireyler arasındaki bir sözleşmeyle oluşturulduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Toplum, bireylerln doğal ortamlarındaki özgürlüklerinden vazgeçmek pahasına katıldıkları Rotary Club gibi bir birlikti. Hiç kimsenin anasız babasız dünyaya gelemeyeceği ve bunun halihazırda bir toplum olmasını da bir yana bırakın, modern sosyoloji açısından baktığımızda insanın zorunlu olarak bir sosyal varlık olduğunu görürüz. Çok yakın zamanlara kadar hayvanların, bitkilerin, kayaların ve gazların, bir ev nasıl tuğlalardan oluşuyorsa aynı şekilde moleküller, atomlar, hücreler ve diğer parçacıklardan oluştuğu, Batı biliminin yaygın görüşüydü.

Ama tutarlı bir adcının gerçek anlamda insan vücudu diye bir şeyin olmadığını kabul etmesi gerekecekti; sadece onu oluşturan moleküller ya da atomlar vardır -elektronları, protonları, nötronları, vs., saymaya gerek yok. Açıktır ki, bu parçacıklar insan vücudunu kendi başlarına oluşturmazlar. Vücudun bilimsel bir açıklamasının, parçacıkların ne yapıyor olduklarını ve ayarlanışlarındaki düzen ya da örüntüyü hesaba katması gerektiği gerçeğiyle birlikte, bütün, onu oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şeydir.


Bir öğüdü var size
mikroskopun altındaki adamın:
“Ne olduğunu değil,
sadece ne yaptığını sorun.”

Ama bu bile yeterli değil. Hangi ortamda yaptığını da sormalıyız. Eğer insan vücudunun bir tanımlaması, onun ne olduğunu ve ‘parçaları’nın ne yapıyor olduğunu –yani davranışını- içermek zorundaysa, açıktır ki bu davranış açık havada, bir vakumun içinde, fırında ya da su altında başka başka olacaktır. Bir test tübündeki kanla damarlardaki kan aynı değildir, çünkü aynı şekilde davranmazlar. Aynı sözcüğün kullanıldığı yere göre değişmesi gibi, o da davranışını değiştirir, çünkü ortamı ya da bağlamı değişmiştir. Bir çekmecenin gözü ile bir kelaynak kuşunun gözü arasında dağlar kadar fark vardır.

Bu nedenle, şeyleri ya da olayları sadece analizle, ‘nasıl yapıldıklarını’ öğrenmek için parçalara ayırmakla anlamaya çalışmak, tanımlamak yeterli değildir. Belki analiz bize çok şey söyler, ama büyük olasılıkla söyledikleri, hikayenin yarısı bile değildir. Bugün bilim adamları, şeylerin ne olduğunun ve ne yapıyor olduklarının, nerede ve ne zaman yapıyor olduklarına bağlı olduğunu giderek daha iyi anlıyorlar. O halde, eğer bir olayın ya da şeyin tanımı onun çevresinin tanımını içermek zorundaysa, her bir şeyin, aralarında kesin bir sınır çizmenin giderek güçleştiği, çok yakın bir ilişki içinde ve ayrılmaz olduğu bir çevresi olduğunu görürüz.


Bu, ilkel ve güvenilmez astroloji bilimindeki doğruluk kırıntısıydı –simyada, şifalı bitkilerle tedavide ve diğer ilkel bilimlerde de doğru yanlar olduğu gibi. Çünkü astrolog bir kimsenin kişiliğini, ya da ruhunu resmettiğinde bir yıldız haritası çizer –yani, bütün evrenin o kimsenin doğduğu andaki konumunun çok kabataslak ve eksik bir resmi. Ama aynı zamanda bu, senin ruhunun, ya da daha doğrusu asıl benliğinin belli zaman, yer ve bilmem ne adındaki etkinlik üzerinde yoğunlaşmış haliyle bütün kozmos olduğunu söylemenin etkili bir yoludur. Yani ruh bedende değil, ama beden ruhtadır ve ruh senin çevreni oluşturan, onsuz bir hiç olduğun tüm doğal süreç ve ilişkiler ağıdır.

Eğer bilimsel bir astroloji geliştirilebilseydi, bireyin tüm çevresinin –yaşamının her anını kapsayan bir biçimde toplumsal, biyolojik, botanik, meteorolojik ve astronomik- eksiksiz bir tanımını vermesi gerekirdi.


Ama şu durumda biz bireyi, bireyin içinde bulunduğu alanı ya da çevreyi yoksayan dar ‘projektör’ bilincimizin ışığı altında tanımlarız ve bu nedenle de böyle hissederiz. Birey (‘individual’), Yunanca’daki ‘atom’un –daha fazla bölünemez ya da kesilemez olanın- Latince’deki karşılığıdır. Bir kimsenin ölümüne sebep vermeksizin kellesini uçuramaz, ya da kalbini çıkaramayız. Ama onu uygun ortamından ayırarak, aynı etkilikte öldürebiliriz. Bu, tek gerçek atomun evren olduğu anlamına gelir – yalnızca ad olarak birbirinden ayrılabilen birbirine bağlı ‘şey-olaylar’ın bütünsel sistemi. İnsan, bir araba gibi üretilemez; parçaları birleştirip, boyuna bir kafa vidalayarak, bir akciğer takımına beyinden hat seçerek, ya da bir kalbe damarları kaynak yaparak var edilemezler. Kafa, boyun, kalp, akciğerler, beyin, damarlar, kaslar ve bezler birbirinden ayrı adlar taşısalar da birbirinden ayrı oluşumlar değillerdir. Bunlar eşzamanlı ve birbirine bağlı olarak oluşurlar. Aynı şekilde birey de evrensel çevresinden yalnızca ad olarak ayrıdır. Doğa ile adları karıştırıp, farklı bir ada sahip olmanın sizi ayrı bir varlık yaptığına inanmaya başlarsınız. Bu, oldukça genel anlamıyla, büyü altında olmaktır.



Doğal olarak, ‘gerçek kişi’ olma, yalnızca adlandırılmış olmanın değil, onunla uyum içinde olan ne varsa hepsinin birlikte yarattığı bir yanılsamadır. Çocuk, onu çevreleyen toplumun (ailesi, akrabaları, öğretmenleri ve de hepsinden önemlisi yaşıtlarının) sözcükleri, tutum ve davranışlarıyla benlik-duygusu tuzağına düşürülür. Bize kim olduğumuzu başkaları öğretir. Onların bize karşı tutumları kendimizi görmeyi öğrendiğimiz puslu bir aynadır. Belki de sosyal çevremizin korkunç gücünün belli belirsiz farkındayız. Örneğin, çok özel düşünce ve duygularımızın gerçekte bizim olmadıklarını pek aklımıza getirmeyiz. Oysa kendi buluşumuz olmayan, ama bize toplum tarafından sunulan imgeler ve diller içinde düşünürüz. Çoğunlukla ailelerimizin tepkilerini kopya ederiz. Ölüm korkusu da onların hastalık endişeleri, cesetlere ve cenaze törenlerine yönelik tutumlarından öğrenilir. Toplumsal çevremiz bu güce sahip, çünkü bir toplumdan ayrı olarak var olamayız. Toplum, genişletilmiş zihin ve bedenimizdir.



Ancak bireyin ayrılamaz olduğu bu aynı toplum bütün karşı konulmaz gücünü, bireyi onun gerçekten ayrı olduğuna ikna etmek için kullanıyor. Bu yüzden, şu an içinde bulunduğumuz toplumlar kendi içinde tutarsızlık gösteren kurallarla bir oyun oynuyor. Sırf cemaatten ayrı var olmadığımız için, cemaat bizi ayrı, yani her birimizin kendine ait bir zihinle bağımsız birer eylem birimi olduğumuza inandırabiliyor. Cemaat bu duyguyu ne kadar iyi aşılarsa, bireyi işbirliğine katması o denli zorlaşıyor ve sonuçta böyle bir ortamda yetiştirilen çocukların kafası hemen hemen kalıcı olarak karıştırılmış oluyor.

Bu durum teknik olarak ‘açmaz’ diye bilinir. Çok açık bir çelişki içeren bir istek ya da emir insanı açmaza düşürür. “Rahatsız olma!”, “Rahatlamaya çalış!”, ya da ünlü savcının karısını dövmekle suçlanan adama yönelttiği soru gibi: “Karını dövmeyi bıraktın mı? Evet ya da hayır?” Bu, insan ilişkilerinde (özellikle de ailede) sürekli olarak ortaya çıkan “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumudur. Kadın, “farkında mısın, iki yıl önce evlendiğimizden beri beni bir kez olsun sinemaya götürmedin. Kur yaparken böyle değildin. Sanırım bana ilgi göstermemeye başlıyorsun.” diyerek kocasına çıkışır. Ertesi akşam işten dönen adam, “Sevgilim, yemekten sonra sinemaya gitmeye ne dersin?” dediğinde ise kadın, “Sana çıkıştığım için bu teklifi yapıyorsun!” diye karşılık verir.


İçinde yaşadığımız toplum bebekliğinden itibaren her çocuğa bu oyunu oynar. İlkin çocuğa sorumlu olduğu, başına buyruk bir insan, bağımsız bir düşünce ve eylem kaynağı olduğu öğretilir – bir tür minyatür ilk ‘neden’. Çocuk bu düzmeceyi sırf doğru olmadığı için kabul eder. İçine doğduğu cemaatin üyesi olup olmamak nasıl elinde değilse, bu düzmeceyi kabul edip etmemek de aynı şekilde elinde değildir. Çocuk bu tür toplumsal aşılamaya karşı direnemez. Bu, ceza ve ödül sistemiyle sürekli olarak desteklenir. Öğrenmekte olduğu dilin temel yapısına eklenir. “Böyle bir şeyi yapmak sana özgü değil”, “Taklitçi olma, kendin ol”, ya da hayran olduğu başka bir çocuğun davranışlarını taklit ettiğinde, “Bu sen değilsin, bilmem kim” gibi uyarıların sürekli olarak yapılmasıyla pekiştirilir. Bu aşılamanın masum kurbanı paradoksu göremez. Ona özgür olması gerektiği söylenir. Onun üzerine büyük bir baskı, onu böyle bir baskının olmadığına inandırmak için uygulanır. Zorunlu olarak bağımlı bir üyesi olduğu cemaati onu bağımsız bir üye olarak tanımlar.



İkinci olarak, başına buyruk biri olarak ona sadece ve sadece gönüllü olarak yapıldıkları zaman makbul olan şeyleri yapması emredilir! “Bizi gerçekten sevmelisin” derler. “Bütün iyi çocuklar ailelerini severler ve onlar için bir şeyler yaparlar.” Diğer bir deyişle, “Biz sana bizi sevmelisin dediğimiz için değil, sen bizi sevmek istediğin için bizi sevmeni istiyoruz.” Bu saçmalık, bir yanıyla gereklilik ve emir ifadelerinin birbiriyle karıştırılmasından kaynaklanır: “İnsan olmak için bir başın olması gerekir.” ile “Oyuncaklarını toplamalısın.” ifadelerinde olduğu gibi. Hiç kimse bir başı olması için çaba harcamaz, ama hala aileler bir çocuğun sağlıklı olması için düzenli olarak tuvalete çıkması ‘gerektiğini’, uyumaya çalışması ‘gerektiğini’, ya da dikkat etmek için çaba göstermesi ‘gerektiğini’ –sanki bunlar kas hareketleriyle erişilebilecek hedeflermiş gibi- söyler dururlar.

Çocuklar bu çelişkileri görecek durumda değildir ve eğer bazı ‘sivriler’ bunlara dikkat çekecek olursa ‘büyüklerine’ karşı saygıda kusur etmiş olurlar ve kısaca ‘karşılık vermemeleri’ söylenir. Çocuklarımıza toplumun oyun-kurallarının açık ve ayrıntılı açıklamalarını vermek yerine kafalarını iyice karıştırırız, çünkü zamanında bizim de kafalarımız böyle karıştırılmış ve kalmış; oynadığımız oyunu anlamıyoruz.


Bir açmaz oyunu birbirleriyle çelişen kuralları olan ve sürekli kendi kendini engellemeye yazgılanmış bir oyundur –Newton mekaniğine dayanarak sürekli devinim makinesi yaratmaya ya da bir açıyı pergel ve düz kenarla üçe bölmeye çalışmak gibi. Toplumsal açmaz oyunu değişik biçimlerde ifade edilebilir:

Bu oyunun ilk kuralı, onun bir oyun olmamasıdır.
Herkes oynamalıdır.
Bizi sevmelisin.
Yaşamını sürdürmelisin.
Kendin ol, ama tutarlı ve onaylanabilir bir rolü oyna.
Kendini kontrol altında tut ve doğal ol.
İçten olmaya çalış.


Temel olarak bu oyun, kimi kendiliğinden davranış biçimlerine olan taleptir. Yaşamak, sevmek, doğal ya da içten olmak –bunların hepsi, yiyeceklerin sindirilmesi ya da saçın uzaması gibi, kendiliğinden davranış biçimleridir. Zorlandıkları an, hiç kimsenin hoşlanmadığı yapmacık, zoraki ve doğal olmayan bir havaya bürünürler –yapay olarak büyümeleri hızlandırılmış çiçekler gibi soluk ve kokusuz ve böyle meyveler gibi tatsız. Yaşam ve sevgi çaba üretir, ama çaba onları üretmez. İnsanın kendine, yaşama ve diğer insanlara inancı, kendiliğinden olanın kendi halinde ve zamanında kendiliğinden olmasına izin verme tutumudur. Doğal olarak bu risklidir; çünkü oyunun saklanma bölümünde, yaşamın kendisi çok büyük bir kumardır. Oyundan şans öğesini çıkarıp kazanmayı kesinleştirmek oyunun canlılığını yok etmektir. Karşılıklı güvene dayanan bir toplumun alternatifi, kendiliğindenliğin gerçek anlamda yasaklandığı totaliter polis devletidir.


Yönetme sanatı üzerine bir Hint kaynağı olan Arthashastra’da sarayının, mahkemesinin ve devletinin düzenlenmesini, Machiavelli’nin yanında liberal kaldığı bir tarzda betimleyerek, tam anlamıyla bir tiran için politika kuralları ortaya konur. İlk kural, hiç bir yakın arkadaşının olmaması ve hiç kimseye güvenilmemesi gerektiğidir. Bunun ötesinde, yönetimini onun emirlerini uygulayan çeşitli bakanlar, generaller, yüksek düzeyde memurlar, sekreterler ve hizmetliler sınıfından oluşan, her dairenin merkezdeki kralın kendisine kadar giden bir rütbe derecesine denk düştüğü ortak merkezli daireler silsilesi biçiminde düzenlenmeliydi –tıpkı, ağındaki örümcek gibi. Kralın çevresindeki ilk daireden başlayarak, daireler kralın hem doğal düşmanlarından ve hem de doğal müttefiklerinden eşit bir katılımla oluşturulmalıydı. En yüksek rütbedeki prensler iktidarı ele geçirmeye çalışacaklarından, onların kralın gözüne girmeye can atan bakanlardan oluşan bir dairece kuşatılması ve gözetlenmesi gerekiyordu –ve bu karşılıklı güvensizlik daireleri hiyerarşisi örümcek ağının ucuna kadar gitmeliydi. ‘Divide et impera’ –böl ve yönet!


Bu arada kral kendileri başka muhafızlarca gözetlenen muhafızlarıyla, gözlerden uzak odalarının güvencesi içinde kalır. Zehirlenme tehlikesine karşı yiyeceklerini önce köleler tadar. Geceleri bir gözü açık ya da kapı içeriden iyice kilitlenmiş olarak uyumalıdır. Bir devrim olasılığına karşı kaçabileceği gizli bir yeraltı geçiti olmalı –kilit taşını yerinden oynatarak binayı asilerin üzerine yıkacağı bir kaldıracı ya da kolu olan bir geçit olmalıydı bu. Arthashastra, tiranı asla kazanamayacağı konusunda uyarmayı da unutmaz. Bulunduğu yere kişisel tutkular ya da ödev duygusuyla gelmiş olabilir ama iktidarı ne kadar mutlak olursa o denli de nefret edilir ve kendi kapanının esiri olur. Ağ örümceğini yakalar. Ne kendi başkentinin sokaklarında ve parklarında rahatça dolanabilir, ne de ıssız bir sahilde oturup martıları seyredebilir. Diğerlerini köleleştirmekle kendisi kölelerin en mutsuzu olur.


Hiç bir şey, başarı kadar başarısızlık getirmez; çünkü toplumun kendinden kaynaklı görevi ve onun bütün üyeleri bir çelişkidir –ancak zorlamasız olduğunda onaylanabilir olan şeylerin olmasını zorlamak. Bu yine insanın, dünyayı kendi isteği doğrultusunda dize getirme işini sırtlanmış –evrende ama evrenden olmayan- bağımsız bir birim olarak tanımlanmasından kaynaklanır. Kendisinin dünyadan ayrı olduğu yanılgısını veren hipnotik halüsinasyon, yaşamın biyolojik ve jeolojik bir işbirliği sistemi olduğunu görmesini engellediği için; böyle tanımlanmış bir insan vaaz vermekle, ahlaksal bir yaratık yapmaya çalışmakla evcilleştirilemez. Bu işbirliği sistemi savaşları da içerir; kuşların solucanlara, salyangozların marullara ve örümceklerin sineklere karşı olan savaşları gibi. Ama bunlar hiç bir türün kalıcı zafere ulaşmadığı, sistemi bozmayan savaşlardır.

Üstün bir tür olduğu ya da olması gerektiği inancıyla, yalnızca insanoğlu doğal düşmanlarını yok etmeye çalışıyor. Sebzeleri, sığırları ve tavukları yetiştiririz, çünkü biliriz ki yaşamımız bunlarla beslenir. Yine aynı şekilde bilmeliyiz ki, böcekler, bakteriler ve çeşitli mantarlar gibi düşman bellediklerimiz de aslında düşman/dostlardır. Düşmanı engellemek için savaşmalıyız, yok etmek için değil. Doğal dengeyi oluşturan işbirliği ve çatışma, ortak yaşama ve birbirini yeme sürecine kendimizi katmayı öğrenmek zorundayız; çünkü kalıcı olarak zafere ulaşan tür yalnızca kendisini değil, çevresindeki tüm yaşamı yok eder.



Demek ki bir aşırı uçta ona aynı anda hem özgür olmasını ve hem de boyun eğmesini emreden bir toplumca tanımlanan kutsal birey var –Tanrı’dan ve doğadan ayrı, eşsiz kişisel ego. Diğer uçta ise, coolie*, endüstriyel-kollektivist makinanın çarklı dişi, ya da fabrika işçilerinin sıklıkla adlandırıldığı gibi sadece ‘el’ var. Eğer kişisel egonun, toplumsal geleneklerden ayrı olarak, bütün insanlarda doğal olarak varolduğuna inanırsak, ‘coolie’nin kaderi gerçekten iç karartıcıdır. Çünkü, kendi toplumu hiç bir zaman onu böyle tanımlamasa da, o bastırılmış ve engellenmiş bir kişi olarak görülür.


*coolie: Thomas Mann’ın deyişiyle, arkaları boş olan yüzler gibidirler –yalnızca maskeler, başka işlevleri ve rolleri olmayan basit roller: kraliçesi olmayan arılar.


Ama üçüncü bir olasılık daha var. Birey, ne yalıtılmış kişi, ne de gözden çıkarılabilecek bir insansı makine değil de, tüm evrenin kendini ifade ettiği belirli bir odak noktası olarak görülebilir –‘ben’in, Tanrı’nın, ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, O’nun vücut buluşu olarak.


Bu bakış açısı, bireyin bir şekilde kutsal olduğu anlayışımıza ters düşmez; aksine onu daha da güçlendirir. Aynı zamanda, yaşamı sürdürmenin sürekli gerginliği pahasına eşsiz kişi oluşun o ‘değerli’ konumuna ulaşmış olması gereken kişisel ego paradoksunu da ortadan kaldırır. Ayrı oluş yanılsaması, insanın egoya bağlanmasının acıya, mutsuzluğa bağlanması olduğunu görmesini engeller. Birey için gösterdiğimiz sözde ilgi ve sevginin aslında kendi ölüm ve bir kenara atılma korkumuzun arka yüzü olduğunu fark etmiyoruz. Ayrı oluş kimliğine verilen bu abartılı değerle, kişisel ego oturduğu dalı kesiyor ve sonra çatırtıyı beklerken gerginlik daha da artıyor.


Şunu açıkça görelim ki, bireyin, bütünsel insan organizmasının bireyselliğini yerine getirmesinde ego kurgusuna hiç mi hiç gerek yoktur; çünkü, her dalın ağacın belirli bir uzantısı olması gibi, her birey de ‘bütün’ün eşsiz bir tezahürüdür. Birbirinden bağımsız hareket eden ve farklılaşmış parmaklarımızın bütün vücutla duyarlı bir bağlantısı olması gerektiği gibi, bireyselliği ortaya koymak için de her dalın ağaçla duyarlı bir bağlantısının olması gerekir. Farklılaşma, ayrı olma değildir. Baş ve ayak farklı ama ayrı değildir ve insan, dalın ağaca ya da ayağın başa bağlantısı gibi tıpatıp aynı fiziksel ilişkiyle olmasa da –büyüleyici karmaşıklıkta fiziksel ilişkilerle- evrene bağlantılıdır. Ceset, bir ayak izi ya da yankı gibidir –‘ben’in artık yapmayı sürdürmediği bir şeyin yavaş yavaş yitip giden izi.


O halde, çeşitliliğin yaşamın çeşnisi olduğu ilkesinden dolayı, eğer bireysel farklılaşma çok değerli ise, bireyselliğin kendi içinde tutarsız bir tanımının bu değere bir katkısı olmayacaktır. Toplumumuz –yani biz, hepimiz– bireyi öyle olmadığı halde dünyadan ayrı ve özgür olmasını emrederek bir açmazla tanımlıyor, çünkü başka türlü bir emir etkisiz kalırdı. Bu koşullar altında, bir hipnozcunun emirlerinin yanılsama yaratabilmesi gibi, bu emir de yalnızca ayrı oluş yanılsamasını yerleştirmek anlamında etkili olur.


Böylece aldatılan birey, dünyadaki eşsiz işlevini yerine getireceğine, kendi kendisiyle çelişen hedeflere ulaşmak çabasıyla kendini paralar durur, ama bir türlü ulaşamaz. Çünkü birey zihinsiz ve yabancı bir evrende kısılıp kalmış apayrı bir kişi olarak o denli belirlenmiştir ki, evrene karşı üstün olmak ve doğayı ele geçirmek onun birincil görevi olmuştur. Oysa bu apaçık bir saçmalıktır ve bu görev asla başarılamayacağı için, bireye, bu olanaksız isteğin, eğer onun için olmasa bile en azından çocukları için gerçekleşeceği belirsiz bir gelecek için yaşaması ve çalışması öğretilir.


Böylece şimdiki zamanda –yani gerçek yaşamı– yaşayamayan bir insan tipi üretiyoruz; çünkü şimdiki zaman tam anlamıyla yaşanamazsa, ‘gelecek’ bir aldanmadır. Doya doya yaşayamayacağınız bir gelecek için planlar yapmanın hiç bir anlamı yok oysa. Planlarınız gerçekleştiğinde, siz hala daha ötedeki bir gelecek için yaşıyor olacaksınız. Asla ve asla tam bir gönül rahatlığıyla arkanıza yaslanıp “tamam, şimdi oldu!” diyemeyeceksiniz. Bütün almış olduğunuz eğitim sizi bu yetenekten yoksun bıraktı; çünkü şu an nasıl canlı olacağınızı göstermek yerine sizi geleceğe hazırlıyordu. Başka bir deyişle, basamaklar ya da derecelere göre düzenlenmiş, belirsiz bir nihai ‘başarı’ya götürdüğü varsayılan eğitsel sistem tarafından şartlandırıldınız ya da hipnotize edildiniz.


İlk önce ana okulu ya da yuva, sonra sizi orta dereceli okulun büyük anına hazırlayan ilkokul. Basamaklar… yukarı, daha yukarı, herkesin imrendirildiği üniversite hedefine. Eğer biraz akıllıysanız, yüksek lisans eğitimine başlayıp sınırsız olarak bu noktada kalabilirsiniz. Öbür türlü, iş, meslek ve aile sahibi olunan, ‘dışarıdaki dünya’ya adım adım yol alırsınız. Mezuniyet çok geçici bir bitiş noktasıdır ve ilk satış artırımı toplantısıyla eski sisteme dönersiniz: hedef satış kotasını gerçekleştirmeye zorlanacaksınız (eğer başarırsanız onlar da sizin kotanızı yükseltecektir) ve böylece bir basamak atlayarak satış müdürlüğüne, oradan genel müdür yardımcılığına ve en sonunda da kendi işinizi yürüteceğiniz genel müdürlüğe kadar çıkarsınız (yaklaşık kırk-kırkbeş yaşlarında). Bu sırada, emeklilik planları için sigortacılarla ya da yatırımcılarla ilgileniyorsunuz –emeklilik; sırtınızı yaslayıp tüm emeklerinizin meyvesini yiyeceğiniz, gerçek nihai hedef. Ama emeklilik günü geldiğinde, çabalarınız ve sıkıntılarınız size zayıf bir kalp, takma dişler, fiziksel yetersizlik, bozuk gözler ve sindirim bozukluğu bırakmış olacak!



Ozanlar ve bilgeler yüzyıllardır bu dünyada başarının boş olduğunu söylüyorlar. “İnsanların kalplerini peşine taktığı dünyevi umut küle döner.” Dünya, diyorlar, bir serap. Her şey sürekli olarak çözülüp gidiyor ve bunu durdurmanın bir yolu yok. Bu ele gelmez hiçliğe ne kadar sıkıca tutunmaya çalışırsan, o denli hızlı kayıp gider avuçlarından. Batı’nın teknolojik uygarlığı, insanoğlunun oyunu değiştirmek için yapmış olduğu en umutsuz çabadır –yaşam denilen bu bataklık yakamozunu anlamaya, denetim altında tutmaya ve değişmez kılmaya çalışmak… Ama belki de kendi gücü ve yeteneği kendi düşlerini yıkacaktır.


Geçmişte, dünyanın geçiciliğinin görülmesi genellikle ondan uzaklaşmaya yol açtı. Bir yanda çileciler, münzeviler ve keşişler dünyadan sessizce çekilmek için, ya da ‘ben’le, onun ortaya çıkmamış sonsuz dinginlik konumunda ‘bir’ olmak için arzularından kurtulmaya çalıştılar. Öte yanda diğerleri dünyayı, Tanrı’nın verdiği bir ödünç olarak, maddenin bir emanetçi ruhuyla kullanılması gerektiği ve yaşamın temel amacının Tanrı’ya ve insana sevgiyle bağlılık olduğu bir sınama konumu olarak gördüler.


Ancak her iki tutum da bireyin ayrı bir ego olduğu varsayımına dayanır ve bu varsayım bir açmazın ürünü olduğundan, bu temelden yola çıkan her anlayış kendi kendini baltalayıcı olacaktır. Baştan bir aldatmaca olduğundan, kişisel ego, yaşama ancak düzmece karşılıklar verebilir. Çünkü dünya, ancak onun dışında –sanki o kendisi değilmiş gibi- duran ve onu yakalamaya çalışan birinin bakış açısından, hiçbir zaman ele geçmeyen ve sürekli düş kırıklığı yaratan bir seraptır. Ölüm ve yaşam, tüm yaşam biçimlerinin sürekli dönüşümü olmasaydı, dünya durgun, ritmsiz, danstan yoksun, mumyalanmış olurdu.


Ama üçüncü bir karşılık söz konusu. El etek çekmek, ya da gelecekte elde edilecek bir ödül varsayımıyla emanetçilik değil de, tek gerçek ‘ben’in tüm bu bitimsiz süreç olduğunun fark edilmesi üzerine kurulu, çığırdan çıkmayan çatışmaların uyumlu sistemiyle tam bir işbirliği. Duyu organlarımızın, sinirlerimizin ve kemiklerimizin, vücudumuzun bunu bilmesi anlamında, bu fark ediş zaten içimizde var. Yalnızca bilinçli yönelimin küçücük bir parçasına, bunu yok saymasının öğretilmesi anlamında bilmeyiz; öyle bir öğretilmiş ki, bizler gerçek düzmeceleriz.