Büyücünün Yolu’ndan…
Arthur, Merlin’in ormanından ayrıldıktan sonra, yaşlı Sir Ector ve oğluyla yaşadı. Kendisine şövalye silahtarı ünvanı verilmişti, ama bu sözdeydi. Arthur’un ne bir ailesi ne de bir mal varlığı vardı. Kendi elbiselerini alacak parası bile yoktu ve kimse onun soylu bir aileden geldiğine gerçekten inanmazdı. Ahırda çalışan çocuklar Sir Ector’un görmediği bir anda üzerine çamur atar, hizmetçiler onun kara büyü bildiğini konuşurlardı.
Arthur zamanının çoğunu yalnız geçirmekteydi. Bir gün meşe koruluğunda oturup çamurdan yapılmış su ibriğine bakarken Kay yanına geldi ve şüpheyle “Onu çaldın mı?” diye sordu.
“Hayır” dedi Arthur kafasını sallayarak. “ödünç aldım”.
“Ne için?”
“Simya”
Kay’ın gözleri büyüdü. Büyücülerin demiri altına çevirebildiklerini duymuştu.
“Simya mı öğrendin?” diye sordu.
Arthur kafasını sallayarak onayladı.
“Eğer demiri altına çevirebilirsen” dedi Kay heyecanlı bir şekilde, “ailemiz İngiltere’nin en zengini olur. Hadi bana da göster.”
Arthur kafasını onaylar bir şekilde salladı. Kay ‘a çimlere yanına oturması için işaret etti. Çıt çıkarmadan dikkatlice ibriğe bakmaya başladı. Bir dakika kadar sonra Kay, Arthur ‘un gözlerinin kapanmış olduğunu farketti. Sabırsızlıkla bekledi, ama on beş dakika sonra Arthur gözlerini açtığında ibrikte hiçbir değişiklik yoktu.
“Sanırım sen bir düzenbazsın” dedi Kay hararetlice. “ibrik hala demirden.”
Arthur hiç istifini bozmadı.
“Şey, tabii ki öyle. O sadece anımsatmak için. Altına dönmeye çalışan benim.”
Simya, dönüşüm sanatıdır. Büyücülerin öğrettiği gibi simyanın sırları, ölümlüleri ıstırap ve cehaletten, aydınlanma ve mutlak mutluluğa götürmek içindir.
“Simya her an devam eder. Hayatın her düzeyinde devam eden dönüşümü durduramazsın. Beni ilgilendiren ise sizin dönüşümünüz. Bununla kıyaslandığında demiri altına çevirmek önemsizdir.” dedi Merlin.
Simya bir arayıştır ve arayış her zaman aynı şey içindir; mükemmellik… Nasıl altın bozulmadığı için en mükemmel madendir, insan için de mükemmelleşme, acı, kuşku ve korkudan kurtuluştur.
“Peki ya insanların mükemmelleşmesi olası değilse? Ya gerçekten de göründüğümüz kadar zayıf ve kusurluysak?” diye sordu Arthur.
“İşin sırrı nasıl göründüğünde değil” diye yanıtladı Merlin. “Ne kadar derin görmeyi istediğinde.”
Arayışlar bireysel yolculuklardır ve her adım yalnız başına atılır. Ancak Arthur arayışına başlamadan önce, Merlin ‘in ona söyleyecek çok şeyi vardı.
“Bu et ve kemik yığınının senin vücudun olmadığını, bu yaşadığın sınırlı kişiliğin sen olmadığını daha önce sıkça anlatmıştım. Vücudun aslında sınırsız ve tüm evrenle birdir. Ruhun tüm ruhları kapsar ve zamanla mekanda sınırı yoktur. Simya, bu gerçekleri gözler önüne serecek.”
Merlin bu sözleri söylediğinde büyücüler devri çoktan kapanmış ve yerini aklın hakim olduğu yeni çağa bırakmıştı. Akıl, simyanın mümkün olmadığına inanır ve büyücüler alacakaranlığa karıştıklarından beri insanlar gerçekten de kısa zaman dilimlerine sığdırılmış, sınırlı et ve kemik torbaları olduklarını kabul etmeye başladılar.
Katı şeyleri gerçek sandığımızdan, gerçekliği bizi oluşturan katı şeylere atfediyoruz. Bulutları, ağaçları, çiçekleri, hayvanları ve bedenimizi aynı hidrojen, oksijen ve karbon atomları oluşturuyor, ama atomlar sürekli yer değiştirip dönüşüyor ; geçen yıl bedeninizi oluşturan atomların % 1 inden azı şu anda yerinde duruyor. Katılığı oluşturan şey sürekli bir değişim ve boş uzayken, katı olduğumuzu söylemek, materyalist açıdan baksak bile pek de inandırıcı değildir. Simya yolculuğu, atom ve molekül düzeyinin altında, değişim görüntüsünün ardında başlar.
Arthur, çocuk olmasına rağmen arayış yolculuğu için çok hevesliydi ve Merlin’den heyecanla bir at ve harita vermesini bekledi. Ancak Merlin,
“Gideceğin yer için haritaya gerek yok çünkü önündeki yol her an değişiyor. Belki akarsuyun da haritasını çıkartmak istersin.?” dedi.
Hayatın akışından başka bir şey olmadığınızı bir kez anlarsanız, mükemmellik arayışı, sınırsızın ötesindeki arayışa dönüşür. İçinizde mükemmel olan şeyler, öz, varlık ve sevgidir. Bunlar, zaman ve mekanla sınırlanamazlar. Odadan yürüyerek geçtiğinizde, ailenize duyduğunuz sevgi de yürüyor mu? Banyoda yıkanırken özünüz ıslanıyor mu? Sınırlar çizilebilir ve insanın görünen yönleri kemik, kas, dokular ve hücreler olarak sınırlanabilir. Beynin haritası, 10 milyar nöron hücresinin sürekli etkileşmesini sağlayan patikalar şeklinde çizilebilir. Ancak her iki durumda da harita, alanın kendisi değildir. İnsanı oluşturan özün, varlığın ve sevginin, aynı görünmeyen bilinçte başlayıp biten, kendine özgü yaşamları vardır.
Merlin Arthur’a
“Seni bir enerji bulutu şeklinde görebiliyorum,” dedi. “Ve sen de beni aynı şekilde görebilirsin ama bunlar bile gerçek değiller. Onlar da, sadece daha ince düzeydeki nesnelerdir.”
“Ne tür enerjiler?” diye sordu çocuk.
“Sen düşünüp hissettikçe çevrende dönüp duran ışık ve gölge oyunları gibi. Bu ışık, mutluyken veya üzgünken, canlıyken veya bitkinken, heyecanlı veya sıkkınken farklıdır. Bazı ölümlüler bu dünyadan parlak ışıklar gibi geçerken diğerleri sönük gölgeler gibi geçerler. Ama ışık ne kadar parlak olursa olsun, içindeki saf sessizlik kadar gerçek değildir.”
“Niye kendimi senin gibi görmüyorum?”
“Çünkü bu enerjiler pelerin görevi görür; kimi daha koyu, kimisi daha açıktır ve kimsenin pelerini bir diğerinin aynı değildir. Ama böyle olsa bile hepiniz yürüyen bulutlar gibisiniz. Ruhunun etrafındaki zarları soymadıkça, merkezinde bulunan, zamanın ötesindeki saf özü fark edemeyeceksin.”
Simya öğretisine göre dört element -toprak, hava, su ve ateş- gizemli bir şekilde birleşerek hayatı meydana getirmiştir. Yiyecek gibi, daha önceki bir formun dönüşmesiyle oluşmuş toprak, hava ve su olduğunuz inkar edilemez. Bu cansız maddeleri yakarak hayat veren ateş, nedense elle tutulur bir hale getirilemez çünkü o görünmeyen bir ateştir, hatta metabolik sıcaklık da değildir. O, saf ve yalın dönüşüm ateşidir. Bu yüzden siz hem dönüşüm, hem dönüştüren, hem de dönüşensiniz. Cansız donuk molekülleri canlı bedeninize dönüştüren siz, kendinizin simyacısısınız. Bu, yapabileceğiniz en yaratıcı ve sihirli şeydir.
Simya harikalarının sınırı yoktur. Herhangi bir anda kitap okuyor, yiyecek hazmediyor, protein ve enzim üretiyor, hafızaya bilgi depoluyor, büyüyor, nefes alıyor, çevrenizi farkediyor, bir yarayı iyileştiriyor, ölü hücreleri yeniliyor, virüslerle savaşıyor ve daha sayısız aktiviteyi bunlarla birlikte yapıyor olabilirsiniz. Bu dönüşümlerin çoğu genelde bizler farkında olmadan gerçekleşir. Sahne arkasında çalışan simyacı görünmezdir ve çok azımız onun kim olduğunu bulmaya çalışır. Onun mekanı uzay ve zamanda değil, hafızanın ötesindeki zamansızlıktadır.
Bir dakika için oturun ve hayatınızı, geçmiş izlenimlerinizi izledikçe açılan bir film şeridi gibi düşünün. Tanıdık bir sahne görene kadar şeridi açın, örneğin şu andaki işinize başladığınız gün olabilir bu. Bunu net bir şekilde görün. Sonra biraz daha geriye üniversite yıllarına gidin ve lise, ortaokul ve ilkokula kadar şeridi açmaya devam edin. Küçük bir çocukken emeklediğiniz ve beşikte olduğunuz sahneleri, olabildiğince net bir şekilde hatırlayın. Görüntülerin çok canlı olmaması önemli değildir; o yaşlardayken neler hissettiğinizi şöyle bir hatırlamanız yeterlidir.
Şimdi doğduğunuz güne dönün -bu tamamen hayal etme olacaktır – ve kendinizi önce bir fetus, sonra da bir torbanın içine toplanmış geçirgen hücreler olarak görün. Bu torbanın, iki ve daha sonra da tek hücre olana kadar küçülüşünü seyredin. Sonunda bunu da geçerek daha öncesini, bağlanacak tek bir hücrenin bile olmadığını düşünün. Bu sınırı aştığınızda, kimliğinizin kaybolmadığına dikkat edin. İzleyecek herhangi birisi veya bir görüntü kalmadığında bile siz olduğunuz gibisinizdir – yaşamdaki sahneler sürekli değişse de değişmeyen gözlemci.
Bu, sizin farkındalığınızdır; sürekli devam eden dönüşüm gösterisinin ardındaki, koşullardan bağımsız, canlı ve zeki simyacı.
Şimdi farkındalığın da kaybolduğunu hayal edin. Diğer bir deyişle, var olmazdan öncesini düşünün. Bu mümkün değildir çünkü simyacı, içindeki her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğu zamanla sınırlı değildir. Bunun gibi, film şeridini ileri alıp ölümünüzü ve yok oluşunuzu düşünün. Bu da mümkün değildir. Anılar, hisler, hayaller ve fikirler bittiğinde hala var olan, yaratılış serabında durmadan akan hayat dürtüsü, sizin saf halinizdir.
Bu akış sürekli bir dönüşümdür; varlığın tüm dünyalara giren ve onları aşan simyası.
Arthur kral olduktan sonra, kristal mağarada yaşadıklarını yalnız bir kişiyle paylaştı; karısı Guinevere. Merlin tekrar ortaya çıkmadan yıllar önceydi ve Guinevere onu aşağı- yukarı bir unicorn veya diğer bir mitolojik hayvan kadar ancak hayal edebiliyordu.
“Eğer doğduğu söylenen karanlık Galler Dağları kadar ürkütücü ise onunla karşılaşmaktan korkarım herhalde.”
“Sandığın gibi değil” diye karşılık verdi Arthur. “O, beklediği veya umduğundan farklı.”
“Lordum, Fransa Kralı’nın sarayında büyücülerle veya o isimle çağırılanlarla karşılaştım” dedi Guinevere. “Onlar çok zekice hareket edip sanki bizim göremediğimiz şeyleri görüyorlarmış gibi başlarını sallayan, yaşlı, uzun beyaz sakallı adamlar değiller mi?”
Arthur gülümsedi.
“Öyle büyücülerle de karşılaştım ama Merlin onlardan değil. Ona bir keresinde ‘Sen ve ben nasıl farklı olabiliriz ki? Benim için ikimiz de, nehrin kıyısına uzanmış akşam yemeği için balık avlayan iki insanız.’ dedim. Bana baktı ve başını salladı.’Burada uzanan iki kişi olduğumuz doğru, ama senin tüm gerçekliğin bu bulunduğumuz çevre. Benim gerçekliğimde ise nehir, ağaç ve çevremizdeki herşey bilincimin ufkundaki ufak bir nokta.'”
Guinevere,
“Eğer gerçekten bizimkinden ayrı bir dünyada yaşadıysa, ona nasıl ulaşabileceğimizden hiç bahsetti mi?” diye sordu.
“Evet” dedi Arthur.”Benim gerçekliğimin -ağaç, nehir, orman- tamamıyla bir yanılsama, zihnimin bana zorla kabul ettirmiş olduğu bir halisünasyon olduğunda ısrar ederken, kendi dünyasının ışık dünyası olduğu için herkese açık olduğunu söyledi.”
Guinevere’nin kafası karışmıştı. “Ama sen ve ben içinde bulunduğumuz bu odayı, bildiğimiz diğer herkes gibi görüyoruz. Bunun bir yanılsama olduğunu sanmıyorum.”
“O zaman sana bir şey göstereceğim.” dedi Arthur.
Kraliçeden odadan ayrılmasını ve gece yarısına kadar gelmeyeceğine söz vermesini rica etti. Guinevere söyleneni yaptı. Döndüğünde tüm mumlar sönmüş, kadife perdeler çekilmiş, odayı zifiri karanlık kaplamıştı.
“Korkma, ben buradayım.”
“Lordum, ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Guinevere.
“Bu odayı ne kadar iyi bildiğini anlamak istiyorum” dedi Arthur. “Bana doğru yürü ve etrafında nelerin olduğunu söyle, ama hiçbirşeye dokunma.”
Karısı bunun çok garip bir sınav olduğunu düşündü ama söyleneni yaptı.
“Şu yatağımız ve şuradaki de karşı kıyıdan getirdiğim meşe çeyiz sandığı. Köşede uzun, işlemeli İspanyol demirinden yapılmış mumluk duruyor ve duvarlarda da karşılıklı olarak iki goblen.”
Eşyalara çarpmamaya dikkat ederek ilerleyen Guinevere, yastığına kadar kendisinin döşediği odayı en ince ayrıntısına kadar anlatabiliyordu.
“Şimdi bak” dedi Arthur. Bir, iki ve sonra üç tane mum yaktı.
Guinevere etrafına bakınırken odanın bomboş olduğunu görünce şaşırmıştı.
“Anlayamıyorum” diye mırıldandı.
“Tarif ettiklerin olanlar değil, olmasını umduklarındı. Ancak, beklentiler kuvvetlidir. Işık olmadan bile umduğunu görüp ona göre tepki verdin. Odayı ayn hissetmedin mi? Etrafa çarpabileceğin yerlerde temkinli yürümedin mi?”
Guinevere başını sallayarak onayladı.
“Gün ışığında bile” dedi Arthur,”görmeyi, duymayı ve dokunmayı beklediğimiz şeylere göre yürüyoruz. Her deneyim, bir gün, bir saat veya bir saniye önceki anılarımızla beslediğimiz bir sürekliliğin üzerine kuruludur. Eğer tamamıyla beklentisiz görebilirsem, önemsediğim şeylerin gerçekliğini yitireceğini söyledi Merlin. Büyücünün, ışık geldikten sonra gördüğü dünya gerçek dünyadır. Bizimki ise karanlıkta el yordamıyla bulduğmuz gölge bir dünya…”