Evrenin varoluşuyla evriminin, ilk koşulların ve bunlarla ortaya çıkan büyük değişmezlerin tam bir kesinikle hazırlanmış olmasına bağlı olduğunu gördük. Onun için, öyle görünüyor ki bizler dünyaların en iyisinde yaşıyoruz.
Ya, tam olarak, bizim evrenimiz tek olası evren değilse? Başka bir deyişle, bizim evrenimizin yanlarında hiç bir zaman ulaşamayacağımız “paralel” evrenler var mı acaba? O zaman, bizim evrenimiz sonsuz sayıda olası evrenler arasında sadece bir versiyon ise, ilk koşulların ve fizik değişmezlerin uyarlanmasındaki o masalımsı kesinlikle hiç de şaşırtıcı olmayacaktır artık.
Bununla birlikte, bir çok evrenler kavramının doğrulanabilir hiç bir bilimsel dayanağı olmadığını kabul etmek zorundayız. Bir kez daha bir tek evrenle karşı karşıyayız: İlk ortaya çıkma koşulları ve fizik değişmezleri baş döndürücü bir kesinlikle saptanmış tek bir olası evren; çünkü ilk andan başlayarak, madde o büyük kozmos freskinin içinde, yaşamın, bilincin, sonunda da bizlerin ortaya çıkmasını sağlayacak bir kıvılcım içeriyor.
G.B.- Kimi zaman, en çılgınca düşünceler, bir gün gelip gerçekleşmesi için en ufak bir şans bulunmadığı sanılan düşünceler, sonunda bir bilimsel açıklamaya ulaşır. Bu, ilk elde o denli saçma görünüp de çoğumuzun sormayı bile düşünmediği bir soru dolayısıyla oluşur. Dünyanın olduğu gibi gözlemlenmesiyle ortaya çıkan bu soru, onun olabileceği ya da olmuş olabileceğine yöneliktir.
En basit örnekle açıklayalım: Sık sık başımıza gelmiştir, herhangi bir işi yaptıktan sonra kendi kendimize, bu işi yapmasaydım ne olurdu diye sorarız: Günlük yaşantımız bu nedenle ne ölçüde değişebilirdi? Tersine, falan ya da filan projeyi gerçekleştirseydik, neler olmuş olabilirdi, diye düşünmeye kalkışmamız daha çok sıklıkla görülen bir şeydir: O zaman çevremizde dünya nasıl değişecekti? Ve yavaş yavaş, bazen de farkında olmadan, başka olası dünyalar düşünmeye, bizimkine paralel bir dünyadan kaynaklanan öyküler tasarlamaya başlarız.
J.G.- Dikkatimi çeken ilk şey, tarihteki şu ya da bu gelişmenin çoğu kez ‘nedensiz’, olumsal niteliğidir. Bir olayın oluşunu ne zaman ayrıntılı olarak incelesek, falan şeyin neden ortaya çıktığını anlamaya başlar başlamaz, o zamana dek görülmez olan, belirtik bir yazgıdan çok, ‘rastlantı’yla ilgili bir zincirin içinde keyfe bağlı olarak birleşmiş bir sürü etkenlerin bulunduğunu görürüz. Öyleyse, günlük yaşantımıza eğildiğimiz zaman, falan olayın olmaması için hiç derecesinde bir şeyin, ya da filan olayın olması için ufacık bir şeyin gerektiğini mantıksal olarak kendi kendimize söylemek durumundayız. Her iki durumda da bildiğimiz gerçeklik değişik olabilirdi.
Bundan sonra insan kendi kendine şunu söylemek için büyük bir isteğe kapılıyor: Belki başka evrenler, içinde benim öykümün (daha genel olarak da tüm insanlığın öyküsünün) başka türlü geliştiği bizim evrenimize paralel başka evrenler var.
I.B.- Bir an şu nokta üzerinde duralım: Geriye giderseniz, yaşamınız başka bir yol tutmuş olabilir gibi geliyor mu size? Yaşamınızda her şeyin değişmiş olabileceği bir anla ilgili belirli bir anınız var mı?
J.G.- Hiç kuşkusuz var. Benim için iki olası dünya arasında seçim yapma anı, bir dünyayı canlandırıp, aynı zamanda bir başkasını ortadan kaldırmanın gerektiği o şaşırtıcı an, 1921’de, yirmi yaşında olduğum yılda gelip çattı. İki yıldır Yüksek Öğretmen Okulu’nda edebiyat bölümünde okuyordum. Oysa çok belirli bir olay bana yolumu değiştirmeseydi, bir ‘edebiyatçı’ olarak kalacaktım. Günün birinde, okulun müdürü Bay Lanson’un aklına büyük filozof Emile Boutroux’yu, biz genç öğrencilere konferans vermek üzere çağırmak gibi güzel bir fikir gelmiş. Boutroux canlı bir düşünce anıtıydı. Zamanının en büyük matematikçisi Henri Poincare’nin akrabası olan bu filozof benim için felsefenin ta kendisiydi. Bugün, yetmiş yıl sonra, onun o kamburlaşmış silüetinin toplandığımız salona ağır ağır girişi hala gözlerimin önünde. Sonra, sanki yarı kısık sesi boşlukta, başlarımızın üstünde yükseldi ve o, bilimden, daha sonra da Tanrı’dan söz etmeye başladı. Saatler yavaş yavaş ilerlemişti; varlıkların ayrıntısında o büyük Bütün’ün sessizliğine benzer bir büyük sessizlik sarmıştı bizi. O sırada, belki, akşamın içinde zamanın yavaş bir değişimi gibi yükselen sözün, kendisinin son filozof edimi olabileceğini duyumsamıştı ki, yaşlı adam başını kaldırıp mırıldanarak konuşmasını şöyle bitirdi: “Her şey birdir, ama biri, bir ötekinin içindedir.”
Ansızın esmeye başlayan rüzgar gibi, bir soluk o zamana dek çıt çıkmayan salonda dolaştı; biliyordum ki, o denli güzel, ama o denli de trajik olan bu eşsiz anda, her şey sonsuza dek bitiyordu.
Ayağa kalkarak, “Baylar, dedi, size teşekkür ediyorum.”
Üç ay sonra, soğuk bir Kasım günü, Emile Boutroux’nun cenaze töreni yapılıyordu. Montaigne lisesinin önünden geçerken, müdürümüz Bay Lanson’un o kara silüetini gördüm; rüzgarda güçlükle yürüyordu. İşaret edip, yitirdiğimiz filozofun anısıyla yüklenerek, kendisine dedim ki, “Karar verdim… Edebiyat bölümünü bırakıp, felsefe bölümüne geçeceğim.” Bay Lanson o zaman gözlerini bana öyle bir bakışla dikti ki, bu bakış çok uzaklardan geliyor sandım: “Edebiyat bölümü gerçekten biraz fazla yüklü. Teşekkür ederim, dengeyi kurmuş oluyorsunuz.”
O günden başlayarak kesinlikle dünya değiştirmiştim: Artık bir ‘filozof’tum. Bununla birlikte, kanım şu ki, eğer büyük Boutroux konferans vermek için üç ay daha önce gelmeseydi, belki edebiyat öğretmeni, ya da romancı kalacaktım: Herhalde Jean Guitton, gerçek kabul ettiğim Jean Guitton, tek Jean Guitton yaşamamış olacaktı.
I.B.- Daha ileriye gidelim; Niels Bohr gibi, şu ‘saçma’ düşünceyi ortaya atıverelim: Sadece bir ‘edebiyatçı’ Jean Guitton ortaya çıkabilirdi dememeli, o başka bir dünyada bal gibi yaşıyor, bir bakıma bizimkine paralel, ama ondan sonsuza dek kopmuş bir dünyada yaşıyor, demeli. Artık, bildiğimiz Jean Guitton’un bir üçüncü, sonra dördüncü ve gitgide pek çok versiyonu olabileceğini düşünmek için bizi engelleyen hiç bir şey yok.
G.B.- Bu ‘paralel dünyalar’ varsayımı, bilindiği gibi, gerçekliği olasılıklara bağlı olarak betimlenen kuantum fiziğinden kaynaklanan kimi çelişkileri gidermek amacıyla önerilmişti. Dünyada bir çok olayların önceden doğrulukla kestirilemeyeceği, sadece olası olarak betimlenebileceği biçimindeki bir dünya yorumunun çok sayıda fizikçi tarafından, bunlar arasında Einstein’ın kendisi tarafından da, hoş karşılanmadığını anımsamak gerekir. Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger de olasıcı düşüncenin sınırlarını göstermek için şu küçük öyküyü uydurdu:
Bir kediyi içinde bir de siyanür şişesi bulunan bir kutuya kapattığımızı düşünelim. Şişenin üstünde bir çekiç vardır; bu çekiç radyoaktif bir maddenin parçalanması sonucu düşecektir. İlk atom parçalanır parçalanmaz, çekiç düşüp şişeyi kır, zehiri dışarı çıkarır: Kedi ölmüştür. Şimdilik, deneyin şaşırtıcı bir yanı yoktur.
Ancak, kutuyu açmadan, içinde neler olup bittiğini önceden kestirmeye kalkışırsak, iş hemen karışıyor. Kuantum fiziği yasalarına göre, gerçekten de, o öldürücü düzeneği çalıştıracak radyoaktif parçalanmanın hangi anda olacağını bilmenin hiç olanağı yok. En çok, olasılıkları düşünerek, örneğin bir saat sonra bir parçalanmanın gerçekleşmesi için %50 şans bulunduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse, o ünlü kutunun içine bakmazsak, kestiri gücümüz çok küçük olacaktır: Örneğin kedinin canlı olduğunu söylersek, yanılma şansımız ikide birdir. Doğrusu, kutunun içinde garip bir kuantum gerçeklikleri karışımı var –%50’si canlı kedi, %50’si ölü kedi-; öyle ki, bu durumu Schrödinger kabul edilemez olarak niteliyordu.
Bu çelişkiye çare bulmak için, Amerikalı fizikçi Hugh Everett ‘paralel dünyalar’ kuramını getirdi. Bu kurama göre, parçalanma sırasında dünya ikiye ayrılıp, iki değişik gerçekliği ortaya çıkarıyor. İlk dünyada kedi canlıdır, ikincisinde ise ölü. Biri öteki kadar gerçek olan iki dünya, bir bakıma, artık bir daha karşılaşmamak üzere ikiye ayrılmışlardır. Böylece de, bize sonsuza dek yasak bir sürü dünyanın bulunduğu ilke olarak ileri sürülebiliyor.
İ.B.- Kuantum fiziği bakımından, tüm bu olası dünyalar, bir bakıma birbirlerine komşu olarak, birlikte varlar. Schrödinger’in kedisi örneğine dönelim: Gözlemden önce, kutuda üst üste iki kedi var; biri ölü, öteki canlı. Bu iki kedi birbirlerinden tümüyle değişik iki olası dünyaya aitler. Bununla birlikte, Kopenhag yorumunu noktası noktasına uygularsam, iki kediyi aynı zamanda taşıyan dalga işlevi azalırken, kedilerden birini sürükleyip, gözlem sırasında yok oluyor. Bu kedinin yok oluşu ise, ikinci olası dünyanın ortadan kalkmasına yol açıyor.
G.B.- Daha da açıkçası, Kopenhag yorumu, dalga işlevinin iki olası durumuna karşılık olan kedinin iki durumunun da gerçekdışılığını açıklıyor: Sadece, kutunun içine baktığımız sırada iki durumdan biri gerçekleşiyor.
J.G.- Bu anlamda, gerçekliği sadece değiştirmekle kalmayıp onu belirleyen, gözlem ediminin kendisi ve bu edimin neden olduğu bilinçlenme oluyor! Kuantum mekaniği, tinle madde arasında sıkı bir bağlantı olduğunu büyük bir gürültüyle belirtiyor. O zaman, bir düşünür olarak neden sonsuz bir mutluluktan uçmayacak mışım? İşte hep inandığım bir şey doğrulanıyor: Tinin maddeye üstünlüğü!
I.B.- Güzel bir yargı. Bununla birlikte az sayıda fizikçi, sonuçları bilim adamlarından bir çoğunun kabul etmeye hazır olduğu şeylerin çok ötesinde, en azından garip bir varsayıma başvurarak, bundan kaçınmaya çalışıyorlar. Bu varsayım, bir çok dünyalar varsayımıdır. Kuantum mekaniğinin bu şaşırtıcı yorumu ilk kez bir kaç yıl önce Princeton Üniversitesinden genç bir fizikçi, Hugh Everett tarafından önerildi.
Artık ünlü olan bizim Schrödinger’in kedisine dönelim yeniden. Doktora tezi için o zaman ‘orijinal’ düşünceler önermek isteyen Everett, şu görüşten yola çıkmıştı: “Kutunun içinde her ikisi de gerçek, bir değil, iki kedi vardır. Sadece, birincisi canlı iken, ikincisi ölüdür; ikisi de ayrı dünyalarda bulunurlar.”
J.G.- Bu ikiye ayrılma olayı nedir?
I.B.- Everett’in düşüncesine göre, aşağı yukarı şudur: Bir kuantum olayına bağlı bir ‘seçim’ ile karşı karşıya kalınca, dünya kendi kendini tıpatıp birbirine benzer iki versiyona bölmek zorundadır.
Böylece, bir ilk dünya vardır ki, bunun içinde atom, kedinin gözlemci tarafından saptanan ölümüne neden olarak uçup gider. Bununla birlikte, birincisi gibi tümüyle gerçek olan bir ikinci dünya daha vardır ki, burada atom parçalanmaz ve dolayısıyla kedi hep canlı kalır.
Öyleyse artık birbirinden değişik iki dünya vardır ve bunların arasında da hiç bir iletişim olanağı bulunmayacaktır. Öyle iki dünya ki, öyküleri yavaş yavaş değişebilir, tümüyle birbiriyle yabancı olmaya varıncaya dek ayrılık gösterebilir.
J.G.- Bu durumda, gerçekliğimiz tek değil de, birbirinden az çok değişik, her biri sonu gelmez baş döndürücü bir süreçte bir sürü yedek gerçekliklerle dolacaktır.
I.B.- Evet, çünkü bu varsayımı kabul edersek, dünyada olduğu gibi kozmosun geri kalan yerlerinde, her yıldızda ve her galakside kuantum geçişleri, yani dünyamızın pek çok sayıda kendi kopyası dünyalara bölünmesine neden olan olaylar gelişir. Bu kopya dünyalar da, başka kopya dünyaları doğurur ve bu böyle sürüp gider.
J.G.- Öyleyse tam da konuştuğum şu sırada, benim az çok birbirine benzer (10 üzeri 100) kopyam var; bunların her biri de yeni (10 üzeri 100) kopyamı doğuracaktır. Bu böyle sonsuza dek sürüp gidecek midir?
Bu varsayımın savunucuları lütfen beni bağışlasınlar, çünkü felsefi açıdan bunun gerçekliğimize uygulanacak gibi olmadığını söylemek için benim de bir sürü gerekçelerim var.
Kendimizi aldatmayalım: Kuşkusuz, örneğin benden az çok değişik bir Jean Guitton’un (örneğin, hiç bir zaman resim yapmaya kalkışmamış bir Jean Guitton) yaşamış olabileceğini kabul etmeye tabii hazırım. Ama onun tümüyle kendisi kadar gerçek, ancak erişilmez bir ‘başka’ yerde bal gibi yaşadığını söylemek başka şeydir.
Bir düşünelim: Aynadaki görüntüler gibi, bizim dünyamıza paralel bir sürü başka dünyaların bulunduğunu söylemek, sadece olası her şeyin değil, aynı zamanda düşünülebilir her şeyin de gerçekten olacağını varsaymak demektir. Öyleyse, bizim evrenimizden doğmuş basit varyantların çok ötesinde, hatta düşünebileceğimiz her şeye tümden yabancı yapılara, yasalara dayanan, şaşılacak derecede başka dünyaların, başıboş gerçekliklerin varolduğunu ortaya atmamız gerekir. Oysa, böyle bir sel gibi boşanma karşısında, bir gizil güçler örgüsü içinde birbirine bağlanmış bir sürü dünyalar karşısında, ‘uygun’ olanı hangisi olacaktır? Bir kaynak dünya, tüm öteki dünyaları doğurmuş olan bir örnek dünya acaba var mıdır? Olmadığını kabul etmek zorundayız: Bu dünyalardan her birinin doğruluğunu, daha başka bir sürü dünyalarla aynı biçimde, kendi varoluşu gösterecektir. Bizim kendi gerçekliğimiz öyleyse uçsuz bucaksız bir okyanustaki bir damlacık gibi yitip gitmiş bir başka gerçeklikten ne daha iyi, ne de daha doğru olacaktır.
I.B.- Bu tezi bugün fizikçilerin çoğu reddetmektedir; hatta ortaya atanlardan kimileri, özellikle de Amerikalı gözüpek kuramcı John Wheeler bile! Bunu belirtmemiz gerekiyor. Albert Einstein için düzenlenen bir sempozyum sırasında, kendisine ‘bir çok dünyalar’ kuramı hakkında ne düşündüğü soruldu. Verdiği yanıt şuydu: “Bu varsayımdan, başlangıçta o denli savunmuş olmama karşın, istemeyerek ayrılmak zorunda kaldığımı itiraf ediyorum; çünkü, metafizik sonuçlarının aşırı olmasından korkuyorum.”
Bana gelince, içimden kuantum mekaniği yorumunun, Kopenhag grubu tarafından önerilmiş yorumların tümüyle tersi sonuç verdiğine inanmak geliyor. Konuyu basitleştirmek için söyleyelim: Denilebilir ki, Kopenhag yorumuna göre hiç bir şey gerçek değildir; oysa, ‘bir çok dünyalar’ kuramcılarına göre, tersine, her şey gerçektir.
G.B.- Kopenhag grubunun düşüncesinde, gerçekten de alternatif dünyalar olasılığı yoktur. Gerçekliğimize ait her öğenin gerisinde, gizil güç durumunda sayısız öğeler vardır ki, bunların her biri ‘hayalet dünyalar’da varolabilecek, ancak bir gözlemci tarafından somutlaştırılmadıkça hiç bir tutarlılığı olmayan gerçekliklere gönderme yapıyor.
Kuantum hali, insanların dünyasının ötesinde kurulu bir dünyayı, içinde bir sürü gizil çözümlerin, gizli dünyalarla birlikte yaşamaya itildiği bir dünyayı yansıtıyor. Öyleyse, bu açıdan ‘paralel’ denilen dünyaların, kuantum alanında, yani gizil güç durumunda bulundukları kabul edilebilir.
I.B.- Şu noktayı belirtelim: Her temel parçacık, gözlem konusu yapılmadan önce bir ‘dalgalar paketi’ görünümünde yaşamaktadır. Başka bir deyişle, sanki durum pek çok sayıda parçacık varmış, bunların her birinin de bir yörüngesi, bir konumu, bir hızı, kısacası birbirlerinden değişik özellikleri bulunuyormuş gibi gözükmektedir. Oysa, gözlem sırasında dalga işlevi durur ve bu sayısız parçacıkların bir teki, bir vuruşta tüm ‘parçacıkları’ yok ederek somutlaşmaya itilir. Bizim dünyamızın öyküsünü oluşturan o uzun olaylar zinciri içinde bir olay gerçekleştiği sırada, bir sürü gizil olaylar da kendilerini özleyen bir sürü hayalet dünyaları batırarak yok olurlar.
O zaman geriye sadece bizim gerçekliğimiz, tek ve bölünmez olan gerçekliğimiz kalıyor.
J.G.- Bu, bir soruyu akla getiriyor: Bir olayı belirleyen dalga işlevinin ortadan kalkmasına neden olan nedir? Sadece gözlem edimi. Bu anlamda ve benzetme yoluyla, dünyamızın, dışarıdan bir gözlemcinin işe karışması sonucunda, bir tür ‘evrensel dalga işlevi’nin ortadan kalkmasıyla doğduğunu pekala düşünebiliriz.
Böyleyse, dünyamızın iç içe girmiş bir sürü dalga işlevlerine dayanan bir alternatif gerçeklikler aylası ile çevrili olduğunu varsayalım. O zaman, etkileşim durumundaki bu karmaşık dalga işlevleri ağının, gözlemlenirse, tek bir dünyada yok olduğu varsayımını ileri sürmemizi engelleyecek hiç bir şey yoktur. Oysa bütün sorun şuradadır: Dünyayı gözlemleyen kim?
İşte benim yanıtım: Paralel dünyalar, alternatif gerçeklikler yoktur. Sadece dışarıdan her an kozmik evrimi değiştiren o büyük gözlemci işe karışır karışmaz yerlerini bizim tek gerçekliğimize bırakan, yok olan gizil gerçeklikler, olası dallara ayrılmalar vardır. O zaman, bu hem tek, hem de aşkın gözlemcinin, dünyamızın varoluşu ve tamamlanışı için kesinlikle gerekli olduğu anlaşılacaktır.
Sonuç olarak, benim için bu kozmos gözlemcisinin bir adı olduğu da anlaşılacaktır.