J.G.- Başlarken, aklıma gelen ilk soruyu sormak istiyorum. Bu, felsefe araştırmalarının en tedirgin edici, en baş döndürücü sorusudur: Neden hiçbir şey yok da, bir şey var? Neden, şu bizi hiçlikten ayıran “ne olduğu bilinmeyen” varlık var? Zamanların başlangıcında ne oldu da bugün var olan her şey, bu ağaçlar bu çiçekler, sanki hiçbir şey olmamış gibi sokaktan geçen bu insanlar doğdu? Hangi güç evrene bu biçimlerini verdi?
Bu sorular benim filozof yaşantımın ham maddesidir; bunlar benim düşüncemi yönetir, tüm araştırmalarımın temelini oluşturur: Nereye gitsem oradadırlar, aklın erişebildiği bir uzaklıkta; hem yabancı, hem yakındırlar; hem iyi bilinirler, hem de kendilerini ortaya çıkaran gizden ayrılamazlar. Büyük kararlar almaya gerek yok: Nasıl düpedüz soluk alıyorsak, bunları da öyle düpedüz düşünürüz. En alışık olduğunuz eşyalar sizi en şaşırtıcı gizlere götürebilir. Örneğin, burada, önümde, masamın üstünde duran şu demir anahtar: Onu oluşturan atomların tarihini anlatabilseydim, ne kadar gerilere gitmem gerekecekti? O zaman da acaba neler bulacaktım?
I.B.- Herhangi bir nesne gibi, bu anahtarın da görünmeyen, hiçbir zaman düşünülmeyen bir tarihi vardır. Yüz kadar yıl önce, işlenmemiş maden filizi olarak bir kayanın içine gömüldü. Bu anahtarı doğuran demir kütlesi, bir kazma vurulup da çıkarılmadan önce, milyarlarca yıldan bu yana kör taşın tutsağı durumunda orada bulunuyordu.
J.G.- Benim anahtarımın metali demek ki yaşı bugün dört buçuk milyar yıl olarak varsayılan “Yer” kadar eski. Ama bu bizim araştırmamızın sonu anlamına mı gelir? Öyle seziyorum ki hayır. Bu anahtarın kökenini bulmak için geçmişte çok daha gerilere gitmek kesinlikle mümkün.
G.B.- Demirin çekirdeği evrenin en dayanıklı ögesidir. Geçmişteki yolculuğumuzu Yer ile Güneş’in henüz varolmadıkları döneme dek sürdürebiliriz. Bununla birlikte, anahtarınızın metali, yıdızlar arası boşlukta, güneş sistemimizin oluşması için zorunlu bir sürü ağır elementleri içeren bir bulut biçiminde, daha önce vardı.
J.G.- Burada filozofların gerçek tutkusu olan bir meraka kapılmaktan kendimi alamıyorum: Kabul edelim ki bu anahtar elime geçmeden sekiz ya da on milyar yıl önce, doğmakta olan bir madde bulutu içinde yitmiş demir atomları biçiminde vardı. Peki bu bulut nereden geliyordu?
I.B.- Bir yıldızdan. Bizim güneşimizden önce varolan ve oniki milyar yıl önce de patlayan bir güneşten. Bir dönemde evren özünden, yoğunlaşan, ısınan ve sonunda ilk dev yıldızları doğurarak yanan uçsuz bucaksız hidrojen bulutlarından oluşmuştu. Bu yıldızlar, biraz, maddenin karmaşıklığa doğru yönelmesi için gerekli ağır element çekirdeklerini üretecek dev fırınlara benzer. Bir dereceye kadar kısa yaşamlarının sonunda (ancak birkaç on milyon yıl) bu dev yıldızlar ikinci kuşak yıldızlar olarak adlandırılan daha küçük yıldızları üretmeye yarayacak gereçleri, gezegenlerini ve içerdikleri metalleri yıldızlar arası boşluğa fırlatarak patlıyorlar. Sizin anahtarınızla gezegenimizin üstünde bulunan her şey bu eski yıldızın patlaması sonucu ortaya çıkan “kalıntı”dan başka bir şey değildir.
J.G.- Buraya kadar geldik. Basit bir anahtar bizi ilk yıldızların ateşinin içine atıyor. Bu küçücük metal parçası tüm evrenin tarihini içeriyor. Öyle bir tarih ki, güneş sisteminin oluşumundan milyarlarca yıl önce başlamış. Şimdi bu metalin üstünde garip ölgün parıltıların dolaştığını görüyorum; bunların varoluşu sonsuz küçükten sonsuz büyüğe, atomdan yıldızlara dek, akıl almaz bir süreyi kapsayan uzun bir neden-sonuç zincirine bağlı. Bu anahtarı yapan çilingir, çekiciyle dövdüğü bu maddenin başlangıçtaki bir hidrojen bulutunun yakıcı burgacı içinde doğduğunu bilmiyordu. Şu anda birden daha derin soluk alıyorum; canım da daha uzağa gitmek, çok gerilerde kalan bir geçmişe, ilk yıldızların oluşmasından çok öncelere dönmek istiyor. Benim şu ünlü anahtarımı oluşturacak atomlarla ilgili olarak başka bir şeyler söylenebilir mi?
G.B.- Bu kez olduğunca geriye, evrenin kendisinin kökenine dek gitmemiz gerekiyor. Geçmişte on beş milyar yıl öncesine gelmiş oluyoruz şimdi. Bu dönemde neler oldu? Çağdaş fiziğin bize söylediğine göre, evren bugün hala gözlemlenebilir olan maddenin yayılmasını sağlayan çok büyük bir patlamadan doğmuştur. Örneğin, galaksiler -yüz milyarlarca yıldızdan oluşan bu bulutlar söz konusu patlamanın etkisiyle birbirinden uzaklaşıyorlar.
J.G.- Bu galaksilerin belli bir noktada toplaştıkları başlangıç anını bulmak için uzaklaşma hızlarını ölçmek yeter; bu, biraz da bir filmi tersinden izlemeye benziyor. Büyük kozmik filmi görüntü görüntü başa sararak, sonunda tüm evrenin bir toplu iğne başı kadar boyutta olduğu kesin anı bulabiliriz. İşte, sanıyorum, evrenin tarihinin başlangıçlarını bu ana yerleştirmek gerekecek.
I.B.- Gök fizikçileri başlangıç noktası olarak yaratılışı izleyen ilk milyarda birinci saniyeleri alıyorlar. Demek ki şimdi ilk patlamadan sonraki “10 üzeri (-43)” saniyedeyiz. Bu düşünülemeyecek kadar küçük yaşta, daha sonra içereceği her şeyle, galaksilerle, gezegenlerle, Yer ile, onun ağaçları, çiçekleri ve o ünlü anahtarı ile tüm evren, tüm bunlar akıl almaz küçüklükteki bir alanın içinde bulunuyor: “10 üzeri (-33)” santimetre; yani bir atom çekirdeğinden milyarlar milyarlar milyarlarca daha küçük bir alan.
G.B.- Bir karşılaştırma yapmak için söyleyelim, bir atom çekirdeğinin çapı sadece “10 üzeri (-13)” santimetredir.
I.B.- Bu ilk evrenin yoğunluğu ve sıcaklığı insan aklının kavrayamayacağı büyüklüklere ulaşır: “10 üzeri (32)” derecelik çılgın bir ısı, yani 1 rakamı ve yanında 32 sıfır! Burada “ısı duvarı” ile karşı karşıya bulunuyoruz; bu, en son sıcaklık sınırı; bunun ötesinde bizim fizik bilimimiz pes ediyor. Bu ısıda, yeni doğan evrenin enerjisi korkunçtur. “Madde”ye gelince –bu sözcüğe bir anlam verilebildiği ölçüde- o, sürekli olarak aralarında etkileşen parçacıkların, yani kuarkların uzak ataları temel parçacıkların bir “çorba”sından oluşmuştur. Tümü de aynı biçimde etkileşen bu parçacıklar arasında henüz hiçbir ayrım yoktur: Bu aşamada dört temel etkileşim (yerçekimi, elektromanyetik kuvvet, yeğin kuvvet ve zayıf kuvvet) henüz değişikliğe uğramamış, tek bir evrensel kuvvet içinde karışmış durumdadır.
G.B.- Bütün bunlar bir toplu iğne başından milyarlarca kez daha küçük bir evrende gerçekleşiyor! Bu dönem belki evren tarihinin en çılgın dönemidir. Olaylar şaşırtıcı bir hızla gelişiyor; öyle ki, saniyenin milyarlarda biri süre içinde, sonraki milyarlarca yıl içinde olanlardan daha çok şey oluyor.
J.G.- Biraz da, başlangıçlardaki bu kaynaşma sanki bir tür “öncesizlik-sonrasızlık”a benziyor. Çünkü bilinçli varlıklar evrenin bu ilk çağlarında yaşayabilselerdi, her olay arasında son derece uzun, neredeyse ilksiz, sonsuz bir zamanın geçtiğini kesinlikle bileceklerdi.
G.B.- Örneğin, bugün, bir fotoğraf flaşında algıladığımız olay, doğan evrende, milyarlarca yıllık bir süreye sığıyordu. Neden? Çünkü bu dönemde olayların aşırı yoğunluğu bir “süre-çarpılması”na neden oluyordu. Yaratılışın ilk anından sonra, evrenin fizikçilerin “Şişme Dönemi” diye adlandırdıkları olağanüstü bir evreye girmesi için birkaç milyarda bir saniye yeterli olmuştur. Bu “10 üzeri (-35)” den “10 üzeri (-32)” saniyeye uzanan inanılmayacak ölçüde kısa dönemde, evren “10 üzeri (50)”lik bir çarpanla “şişecek”, karakteristik uzunluğu bir atom çekirdeğinin boyutundan 10 santimetre çapında bir elma boyutuna ulaşacaktır. Başka bir deyişle, bu başdöndürücü büyüme, onu izleyecek olan büyümeden çok daha önemli: Şişme döneminden günümüze dek evrenin hacmi oldukça zayıf bir çarpanla çoğalacaktır, “10 üzeri (9)”, yani aşağı yukarı bir milyar kez.
I.B.- Burada gözle görülerek anlaşılması güç şu nokta üzerinde durmamız gerekiyor: Bir temel parçacıkla bir elma arasındaki ölçü ayrımı, oran bakımından, bir elma ile gözlemlenebilir evren arasındaki boyut ayrımından çok daha büyüktür.
G.B.- Öyleyse, şimdi elma büyüklüğünde bir evrenle karşı karşıyayız. Kozmos saati “10 üzeri (-32)” saniyeyi gösteriyor. Şişme dönemi artık sona ermiştir. Oysa o anda, gök fizikçilerin “X parçacığı” diyerek şiirsel bir ad taktıkları henüz bir tek parçacık vardır. Bu, tüm öteki parçacıklardan önce gelmiş olan ilk parçacıktır; rolü kuvvetler taşımaktır. Eğer biri evreni o anda gözlemleyebilseydi, bu başlangıçtaki elmanın tümüyle homojen olduğunu saptardı: Bu, henüz en ufak bir madde parçacığı içermeyen bir kuvvetler alanından başka bir şey değildir.
Oysa, tam “10 üzeri (-31)” saniyede bir şey olacaktır: X parçacıkları en ilk madde parçacıklarını doğuracaklar; bunlar kuarklar, elektronlar, fotonlar, nötrinolar ve karşıt parçacıklarıdır. Doğan evrene yeniden bir göz atalım: Şimdi kocaman bir balon büyüklüğüne ulaşmıştır. Bu dönemde varolan parçacıklar, şurada burada yivler, düzensizlikler gösteren yoğunluk değişimlerine neden olmuştur.
Ancak, biz bugün varoluşumuzu bu başlangıçtaki düzensizliklere borçluyuz. Çünkü bu pek ufak yivler gelişip çok daha sonra galaksileri, yıldızları, gezegenleri ortaya çıkaracaklardır. Kısacası, başlangıçların “kozmik halısı” bugün bildiğimiz her şeyi birkaç milyarda bir saniye içinde doğuracaktır.
I.B.- Evreni yeniden birlikte dolaşalım. “10 üzeri (-32)” saniyede ilk evre geçişi oluyor: Atom çekirdeğinin içtutumunu sağlayan kuvvet, elektromanyetik kuvvetle radyoaktif parçalanma kuvveti arasındaki kaynaşımdan doğan elektrozayıf kuvvetten ayrılıyor. Bu dönemde evren şaşılacak ölçülerde büyümüştür; şimdi, bir ucundan öteki ucuna uzunluğu 300 metredir. İçinde ise mutlak koyu karanlıklar ve akıl almaz sıcaklıklar egemendir.
Zaman geçiyor. “10 üzeri (-11)” saniyede elektrozayıf kuvvet iki seçik kuvvete ayrılıyor: Elektromanyetik etkileşim ve zayıf kuvvet. Fotonlar artık kuark, glüon, lepton gibi öteki parçacıklarla karıştırılamazlar: Dört temel kuvvet bir süre önce doğmuştur.
“10 üzeri (-11)” ile “10 üzeri (-5)” saniye arasında ayrımlaşma sürmektedir. Bununla birlikte, bu dönemde çok önemli bir olay gerçekleşir: Kuarklar, nötron ve proton olarak birleşirler ve karşıt parçacıkların çoğu ortadan yitip, yerlerini bugünkü evrenin parçacıklarına bırakırlar.
Demek ki, saniyenin onbinde biri gibi bir sürede temel parçacıklar, oluşan bir uzayda ortaya çıkıyorlar. Evren genişleyip soğumaya başlıyor. İlk başlangıç anından 200 saniye sonra temel parçacıklar birleşip hidrojen ve helyum çekirdeklerinin izotoplarını oluşturuyorlar: Bugün bildiğimiz dünya yavaş yavaş yerine oturuyor.
G.B.- Şu anlatılanlar aşağı yukarı üç dakikada gerçekleşmiştir. Bundan sonra olaylar çok daha ağır gelişiyor. Tüm evren milyarlarca yıl boyunca radyasyonlar ver fır fır dönen bir gaz plazması içinde yüzecektir. 100 milyon yıla doğru çok büyük gaz burgaçları içinde ilk yıldızlar oluşuyor: Biraz önce gördüğümüz gibi, hidrojen ve helyum atomları bunların merkezinde birleşip Yer’deki yollarını çok daha geç, milyarlarca yıl sonra, bulacak olan ağır elementleri doğuracaklardır.
J.G.- Böyle rakamlar karşısında insan şaşkınlığa düşmekten kendini alamıyor; sanki, biz evrenin başlangıçlarına yaklaşırken, zaman, sonsuzluk oluncaya dek gevşiyor, genişliyor gibiydi. Zaten bu, aklıma ilk olarak şöyle bir düşünce getiriyor: Söz konusu olayda Tanrı’nın öncesiz-sonrasız varoluşunun bir bilimsel yorumunu görmek gerekmiyor mu? Başlangıcı olmayan ve sonu gelmeyecek bir Tanrı, ister istemez zamanın dışında değildir; pek sık betimlendiği gibi, O zamanın kendisidir. “Hem nicelendirilebilir, hem de sonsuz olan”, içinde bir tek saniyenin tüm “öncesizlik-sonrasızlık”ı içerdiği bir zamandır. Kesinlikle inanıyorum ki, aşkın bir varlık, zamanın hem mutlak, hem de göreli bir boyutuna ulaşır. Hatta bu, bana göre, yaratılışın zorunlu bir koşuludur.
Bu konuda bir kez daha evrenin ilk anlarına dönelim: Yaratılıştan “10 üzeri (-43)” saniye sonra olup bitenleri çok açık bir biçimde betimlemek olanaklıdır diye kabul edersek, peki öyleyse önce neler oldu? Zaman henüz sıfırda, henüz hiçbir şey de olmamış iken, ilk başlangıç anı hakkında bilim usa yatkın herhangi bir şeyi betimlemekte, hatta düşünmekte yetersiz gibi görünüyor.
G.B.- Gerçekten de fizikçiler evrenin ortaya çıkışını açıklayabilecek en ufak bir düşünceye sahip değiller. “10 üzeri (-43)” saniyeye dek gidebiliyorlar, ama daha öteye, hayır. Çünkü, o ünlü “Planck Duvarı”na çarpıyorlar. Bilimin, ağırlık kuvvetinin en uç değere geldiği koşullarda atomların davranışlarını açıklayamadığını ilk kez bu Alman bilgini saptadığı için, bu ad verilmiş. Başlangıçtaki o küçücük evrende, ağırlığın üzerlerinde gücünü gösterdiği hiçbir gezegeni, hiçbir yıldızı, ya da galaksisi henüz yok. Bununla birlikte bu kuvvet, elektromanyetik ve nükleer kuvvetlere bağlı temel parçacıklarla iç içe girmiş durumda. İşte “10 üzeri (-43)” saniyeden önce neler olup bittiğini bilmemize engel olan da tamı tamına budur: Ağırlık her türlü araştırma için aşılmaz bir engel oluşturuyor –Planck Duvarı’nın ötesinde tam bir giz egemen.
I.B.- “10 üzeri (-43)” saniye. Bu, fizikçilerin o güzelim deyimiyle, Planck Zamanı’dır; aynı zamanda bilgilerimizin en son sınırıdır, başlangıçlara doğru yolculuğumuzun sonudur. Söz konusu duvarın gerisinde hala, düşünülemez bir gerçeklik gizli. Belki hiçbir zaman anlayamayacağımız bir şey, fizikçilerin bile bir gün ortaya çıkarmayı düşünmedikleri bir giz bu. Bunlardan kimileri bu duvarın ötesine bir göz atmaya kalkıştılar ama, gördüklerini sandıkları şeyler hakkında gerçekten anlaşılabilir hiçbir şey söyleyemediler. Günün birinde bu fizikçilerden biriyle karşılaştım. Gençliğinde yaptığı çalışmalar sayesinde Planck Zamanı’na dek gittiğini ve duvarın ötesine gizlice bir göz attığını söylüyordu. Biraz konuşmaya teşvik edince, şaşırtıcı bir gerçekliği gördüğünü mırıldanmaya başladı: Uzayın yapısının kendisi öyle güçlü bir yerçekimi konisi içine gömülmüştü ki, zaman gelecekten geçmişe doğru düşüp, koninin dibinde “öncesizlik-sonsuzluk”a eşit sayısız anlar halinde patlıyordu. İşte bu adamın orada, Planck Duvarı’nın ardında bulduğunu sandığı şey buydu. Bu yaşlı bilgin bu konuda konuşurken, kendisini sonsuza dek kaptırdığı bir tür metafizik sanrıdan söz ediyormuş gibi garip bir izlenim uyandırıyordu insanda.
J.G.- Böyle bir heyecanı anlıyorum. Evrenin başlangıçları ile ilgili en yeni kuramlar, sözcüğün tam anlamıyla metafizik özellikli kavramlara başvuruyorlar. Bir örnek mi istiyorsunuz? İşte, fizikçi John Weeler’in evrenin yaratılışından önceki bu “bir şey” hakkındaki betimlemesi: “Tüm bildiklerimizin kökeni hiçlik görünümündeki sonsuz bir enerji okyanusunun içindedir.”
G.B.- Kuantum alanı kuramına göre, gözlemlenebilir fizik evren sadece uçsuz bucaksız bir enerji okyanusu üzerindeki küçük çalkantılardan oluşmuştur. Böylece, temel parçacıkların ve evrenin kökeni bu “enerji okyanusu” olabilecektir: Bu ilk sonsuz enerji ve kuantum akışı düzlemi içinde sadece uzay-zaman ve öz madde doğmuyor, ayrıca bunlar sürekli olarak bu düzlem tarafından canlandırılıyor. Fizikçi David Bohm madde ve bilincin, zaman, uzay ve evrenin, kendisi de uzayın ve zamanın ötesinde bulunan ve sonsuzluğa dek yaratıcı bir kaynaktan doğan alttaki bir düzlemin çok büyük etkinliğine kıyasla, ancak pek küçük bir”şıpırtı” olduğunu düşünüyor.
J.G.- Daha iyi anlamaya çalışalım: Fizik bakımından, bu “alttaki düzlem”in niteliği nedir? Hatta fiziksel olarak ölçülebilir bir şey mi söz konusudur?
G.B.- Fizikte yeni bir kavram var ki pratik zenginliğini kanıtladı. Bu, kuantum boşluğu kavramıdır. Hemen açıklayalım: Tümüyle bir madde ve enerji yokluğuyla kendini gösteren bir mutlak boşluk yoktur. Galaksileri ayıran boşluk bile tümüyle boş değildir; tek başına kimi atomlar ve çeşitli tipte ışımalar içerir. Doğal olsun, ya da yapay olarak yaratılmış bulunsun, salt durumda boşluk sadece bir soyutlamadır: Gerçekte, boşluğun “dibini” oluşturan bir artık elektromanyetik alanı ortadan kaldırmayı başarmak olanaksızdır. Bu düzeyde madde-enerji eşdeğerliği kavramını işin içine sokmak ilginçtir; eğer boşluğun içinde bir artık enerjinin varolduğunu kabul edersek, bu enerji kendi “hal değişimleri” sırasında pekala maddeye de dönüşebilir. O zaman yeni parçacıklar yoktan ortaya çıkacaktır.
Kuantum boşluğu, böylece, durmak bilmeyen bir parçacıklar balesi sahnesidir. Bu parçacıklar, insan aklının kavrayamayacağı, son derece kısa bir zaman içinde görünüp ortadan kaybolurlar.
J.G.- Bu hemen hemen hiçbir şey olmayan boşluktan maddenin ortaya çıkabileceği kabul edilirse, burada daha önce sorduğumuz soru için elimizde bir yanıt öğesi bulunmuyor mu? Big Bang nereden geliyor? “10 üzeri (-43)” saniyeden önce ne oldu?
G.B.- Boş bir alemi ele alalım. Kuantum kuramı tanıtlamıştır ki buraya yeterli ölçüde enerji aktarırsak, bu boşluktan ortaya madde çıkabilir. Bunu genişletirsek, öyleyse başlangıçta, Big Bang’den hemen önce, ilk boşluğun içine sınırsız bir enerji akısı aktarıldığını, bu akının ilk kuantum değişimine neden olduğunu, bundan da evrenimizin doğduğunu varsayabiliriz.
J.G.- Peki öyleyse büyük patlamanın başlangıcındaki bu çok büyük enerji miktarı nereden geliyordu? Öyle seziyorum ki, “Planck Duvarı”nın ardında gizlenen şey, başlangıçtan gelen, sınırsız gücü olan bir enerji biçimidir. Yaratılıştan önce sonsuz bir sürenin varolduğunu sanıyoruz. Bitmez tükenmez, henüz açılmamış, geçmişe, şimdi ve geleceğe bölünmemiş tam bir zaman. Öyle bir zaman ki, şimdiki zaman onun çift yüzlü aynasının sadece bir yüzü olacak biçimde bir simetrik düzene henüz ayrılmamış. İşte o zamana, o geçmeyen, mutlak zamana aynı tam, bitmez tükenmez enerji karşılık oluyor. Sınırsız enerji okyanusu, Yaradan’dır. O duvarın gerisinde duran şeyin ne olduğunu anlayamıyorsak, bunun nedeni bal gibi Tanrı’nın ve Yaratılış’ın gizi karşısında fizik yasalarının ne diyeceklerini bilememelerindendir.
Neden evren yaratıldı? Yaradanı, evreni bildiğimiz biçimiyle yaratmaya iten neydi? Anlamaya çalışalım: Planck Zamanı’ndan önce hiçbir şey varolmamış. Ya da, daha doğrusu, öncesiz-sonrasız bir “bütünlük”, yetkin bir “tam”lık, mutlak bir simetri egemen. Sadece ilk ilke var “hiç”liğin içinde: Başlangıcı sonu belli olmayan, sonsuz, sınırsız güç mevcut. Bu ilk “an”da, gücün ve yalnızlığın, uyumun ve yetkinliğin bu olağanüstü etkinliği belki herhangi bir şey yaratmak niyetinde değil. Kendi kendine yetiyor.
Sonra, “bir şey” olacaktır. Ama ne? Bilmiyorum. Hiç yoktan bir göğüs geçirme. Belki bir tür hiçlik kazası, boşluğun bir çalkalanması.
İnanılmaz derecede kısa bir an süresinde, Yaradan, hiçliğin tümü, içindeki varlık olmanın bilinciyle, kendi varoluşunu yansıtacak bir ayna yaratmaya karar verecektir. Madde, evren – O’nun bilincinin yansımaları, ilk hiçliğin o güzel uyumundan kesin olarak kopma: Tanrı sanki kendisinin görüntüsünü yaratmıştır.
Her şey böyle mi başladı? Belki bilim bunu hiçbir zaman doğrudan doğruya söyleyemeyecektir; ama bu suskunluğu içinde sezgilerimize yol gösterebilir.
G.B.- Biraz önce anlattıklarımız, yani Big Bang, gök fizikçilerinin çoğunlukla bugün standart örnek olarak kabul ettikleri bir şeye dayanıyor. Ama acaba elimizde olayların gerçekten böyle geliştiklerini gösteren apaçık kanıtlar var mı? Gerçekten büyük patlama oldu mu? Bununla birlikte, bize “evet oldu” diye düşünmemizi sağlayan en aşağı üç belirti var:
Birincisi, yıldızların yaşı: Bu yıldızlardan en eski olanlara ait ölçüler, on iki ile on beş milyar yıllık bir yaşı gösteriyor. Bu da, evrenin varsayılan ortaya çıkışından bu yana geçen süreye uygun düşüyor.
İkinci kanıt, galaksilerin yaydığı ışığın analizine dayanıyor: Bu analiz, galaksilerdeki nesnelerin, aralarındaki uzaklıklar ölçüsünde çoğalan bir hızla birbirlerinden uzaklaştıklarını çok açık bir biçimde gösteriyor. Bu da, galaksilerin eskiden uzayın tek bir bölgesinde, onbeş milyar yaşında ilk bulutun içinde toplanmış oldukları düşüncesini uyandırıyor.
Kesin sonuca götüren üçüncü kanıta gelince, 1965 yılında evrenin tüm bölgelerinde pek az güçlü bir ışımanın, mutlak sıfırın 3 derece üstünde, çok düşük ısıda bir cismin ışımasına benzer bir ışımanın varlığı ortaya çıkarılmıştır. Oysa bu tek-biçim ışıma, evrenin ilk anlarındaki sıcaklık ve ışık sellerinin gizemli yansıması olan bir tür fosilden başka bir şey değildir.
J.G.- Fiziğin dibine yaptığımız bu yolculuk sırasında, sanki bilincimde bir şey etrafımızı çeviren o görünmez aynaya, o herşeyin kökeni bir tür üstün düzene ansızın duyarlı oluyormuş gibi, gerçeğin metafizik yanına hafifçe dokunduğuma, anlatılmaz bir biçimde, kesinlikle inanıyorum.
I.B.- İlk çorbanın, başlangıçtaki madde-ışıma karışımının, saniyenin ilk yüzde biri gibi bir sürede, sürekli etkileşim içindeki protonları ve nötronları içerdiği hemen hemen kesin görünüyor. Bu ilk etkileşimler bugün protonun dayanıksızlığı ile kendini gösteren, evrenin madde-karşt madde asimetrisini yaratmış olabilir.
Buna karşılık, başlangıca doğru daha gerilere gidersek, örneğin milyarlarda bir saniyenin ilk milyarda birinde, bu parçacıklar henüz varolmamıştı. Kısacası madde, etkileşim biçimleri arasında tam bir şimetrinin egemen olduğu daha gerideki bir çağın sadece fosilidir. Çünkü Planck Zamanı’na doğru, ısı en yüksek derecesinde iken, ilk çorba, kuarklardan daha temel parçacıklardan oluşmuş olmalı: Bu parçacıklar X parçacıklarıdır.
Burada olağanüstü olan şey, yaratılışın en ilk anında, içinde henüz ayrımlaşmış etkileşimlerin gerçekleşmediği bu çok yüksek enerjiler dünyasında evrenin tam bir simetrisi vardır. Kısacası, yıldızlardan tutun o masanızın üstündeki anahtarınıza dek, içerdiği her şeyiyle bugün tanıdığımız kozmos, vaktiyle tam simetrik olan bir evrenin sadece asimetrik bir kalıntısıdır. Başlangıçtaki ateş topunun enerjisi o kadar yüksekti ki, dört etkileşim durumunda birleşmişlerdi. Daha sonra, kuarklardan, elektronlardan ve fotonlardan oluşan bu ateş topu yayılma evresine geçti, evren soğudu ve tam simetri hemen bozuldu.
J.G.- Bu bana Bergson’un güzel bir sezgisini anımsatıyor. Bergson, Yaratılış’ın “bir elin yukarı kalkıp, yeniden aşağı düşmesi”, başka bir deyişle, sona eren bir olayın izi oduğunu söylüyordu. Onun, fizikçilerden çok önce yaratılış gizi ile ilgili bir şeyi sezdiğine iyice inanıyorum. Bugün tanıdığımız dünyanın, bozulmuş bir simetrinin göstergesi olduğunu anlamıştı. Şimdi aramızda olsaydı, eminim ki fiziğin son buluşları karşısında yaşamın bu bozukluktan doğmuş olabileceğini sözlerine eklerdi.
Kuramsal fizik şu son on yılda en büyük mesajını, evrenin başlangıçtaki yetkinliğini ortaya çıkarabilmesi sayesinde vermiştir. Evren sonsuz bir enerji okyanusudur. Fizikçilerin tam simetri adıyla tanımladıkları şeyin de bence bir başka adı var: Bu, anlaşılması güç, son derece gizemli, sınırsız gücü olan, başlangıçtan gelen, yaratıcı, yetkin bir şey –adını söylemeye cesaret edemiyorum, çünkü bu benzersiz varlığı tanımlamak için her ad yetersiz kalır.