İlk çağların toprağında güneş bir milyar yıldır parlıyor. Göz alabildiğine, kilometrelerce yüksekliğe durmadan buhar ve gaz şeritleri püskürten erime durumunda uçsuz bucaksız lav çöllerinden başka bir şey görülmüyor. Bu iri kara bulutlar yavaş yavaş toplanıp Yer’in ilk atmosferini oluşturuyorlar. Karbon gazı, amonyak, karbon oksidi, azot ve hidrojen –bu donuk korkunç karışım o zaman henüz boş olan uçsuz bucaksız ufuğu kapatıyor.
Milyarlarca yıl geçiyor. Isı yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Lav henüz ılık ama üstünde şimdiden yürünebilecek bir hamur oluşturuyor. İlk anakara doğmuş bulunmaktadır.
İşte o zaman kocaman bulutlar yoğunlaşıyor ve dünyanın ilk yağmuru yağmaya başlıyor. Bu yağmur yüzyıllar boyunca sürecektir. Su, ilk okyanusu oluşturuncaya dek alçak basınçlarda sel gibi akarak hemen hemen bütün gezegeni kaplıyor. Yüzlerce milyon yıl boyunca dev dalgalar kara kayaya çarpıp duruyorlar.
Yer, gök ve suların içi henüz boş. Bununla birlikte, kopan korkunç fırtınalar ilk molekülleri sürekli olarak birbirine karıştırıyor; bu moleküller güneşin o korkunç ultraviyole ışınlarıyla durmadan parçalanıyor. İşte, geriye dönük olarak, bir mucizeye benzeyen şey bu aşamda görülüyor: Bu kaosun tam ortasında moleküller toplanıp birleşerek dayanıklı yapılara kavuşuyorlar ki, bu da bir düzenin belirtisidir. Şimdi okyanuslarda yirmi kadar amino asit bulunmaktadır: bunlar canlı maddelerin ilk tuğlalarıdır.
Bugün her birimiz içinde Yer’in bu ilk “oturanları”nın uzak döllerini buluyoruz.
Böylece, karmaşıklığa doğru uzun ve gizemli bir tırmanıştan sonra, ilk canlı hücre ortaya çıkıyor: Bilincin başlangıcı oluşabilecektir artık. Ama, bir gün bir fizikçinin sorduğu şu soru hala ne denli şaşırtıcıdır: “Nasıl oluyor da amaçsız bir enerji akısı dünyaya yaşamı ve bilinci yayabiliyor?”
J.G.- Çoğu zaman, akşamları uyumadan önce, yaklaşık 1900 yıllarında, gençliğimi aydınlatan o uzak ilk günlere döner, belleğimin derinliklerinde, bir başka çağın görüntülerini yeniden bulurum: Demir çember geçirilmiş koca tekerlekleri kaldırımları döven bir atlı araba, uzun etekli giysisiyle bir kestane ağacının gölgesinde mışıl mışıl uyuyan bir genç kız, rüzgardan uçan silindir şapkasını yerden alan yaşlı bir bey –yaşamın görüntüleridir bunlar.
Yaşam diyoruz ama, nedir bu?
Burada kendi kendime sormak istediğim, sormaktan kendimi alamadığım soru, bu yaşamın hangi mucizeyle ortaya çıktığıdır. Biraz önce gördük ki, evrenin doğuşunun gerisinde sanki bir şey, akıl almaz titizlikle her şeyi hesaplamış, her şeyi hazırlamış düzenleyici bir güç bulunuyor. Ama ben bu konuda daha çok şey bilmek istiyorum: Yaşamın gerisinde ne var? Yaşam rastlantı sonucu mu ortaya çıktı, ya da, tersine, bir gizli zorunluluğun meyvesi mi?
G.B. Yaşamın başlangıçlarına dek gitmeden, onu bugünkü biçimiyle daha iyi anlamakla işe başlayalım.
Önümde, şu pencerenin pervazında, ufak bir çakıl taşı ve yanına konmuş bir kelebek var. Bunlardan biri canlı, öteki cansız. Peki öyleyse ikisi arasındaki ayrım tam olarak nedir? Nükleer düzeye, yani temel parçacıklar aşamasına geri dönersek, çakıl taşıyla kelebek tam tamına aynı şeylerdir. Bir basamak üstte, atom düzeyinde, kimi ayrımlar görülüyor ama bu ayrımlar atomların niteliği ile ilgili; dolayısıyla da önemsiz kalıyorlar.
Bir evreyi daha aşalım. Şimdi moleküller ülkesindeyiz. Bu kez ayrımlar çok daha önemli ve maden dünyası ile inorganik dünya arasındaki madde ayrımlılıklarını kapsıyor. Ama kesin sonuca götüren sıçrama makromoleküler düzeyde gerçekleşiyor. Bu aşamada kelebek çakıl taşından çok daha belirgin bir yapı kazanmış, daha düzenli gibi görünüyor.
Bu küçük örnek eylemsiz olan şeyle canlı olan arasındaki şu temel ayrımı kavramamıza olanak sağlamıştır: Biri bilgi bakımından ötekine kıyasla daha zengindir.
J.G.- Kabul edelim. Ama yaşam daha bilgili maddeden başka bir şey değilse, bu bilgi nereden geliyor? Bugün bile ilk canlı varlıkların dört milyar yıl önce, “rastlantı sonucu” ilk okyanusun dalgaları, çatlayan dalgaları içinde doğduklarını düşünen bir çok biyoloji bilgini ve filozof bulunmasına şaşıyorum.
Elbette Darwin’in ortaya attığı evrim yasaları var ve rastlantıya büyük bir yer veriyor; ama bu yasalara kim karar verdi? Hangi rastlantı sonucu bazı atomlar birbirlerine yaklaşıp amino asitlerin ilk moleküllerini oluşturdular? Gene hangi rastlantıyla bu moleküller bir araya toplanıp DNA denilen bu korkunç derecede karmaşık yapıyı kurdular? Biyoloji bilgini Francois Jacob gibi ben de şu basit soruyu soruyorum: İlk canli hücrenin doğmasını sağlayacak ilk mesajı veren ilk DNA molekülünün planlarını kim hazırladı?
Bu sorular –ve daha bir çoğu- işe rastlantıyı sokan bu varsayımlarla yetinilirse, yanıtsız kalıyorlar. Bunun için, birkaç yıldan bu yana biyoloji bilginlerinin düşünceleri değişmeye başladı. Tepedeki araştırmacılar Darwin yasalarını artık düşünmeden, ezbere anlatmakla yetinmiyor, çoğunlukla şaşırtıcı yeni kuramlar ortaya atıyorlar. Bunlar, açıkça maddeden üstün, düzenleyici, bir ilkenin işin içine karıştığına dayanan kuramlar.
I.B.- “Yaratıcı rastlantı” dogmasını her gün daha çok sarsan bu yeni yaklaşımlara göre, yaşam maddenin bir doğurucu özelliğidir, cansızın tam içine girmiş bir tür zorunluluğa uyan bir olaydır.
J.G.- Yaşamın, kozmik aşamada, en sonunda ortaya çıkmadan önce, kendisine bir sürü engellerle dolu bir yolu açmak zorunda kalması daha da şaşırtıcıdır. Örneğin, uzay boşluğu o denli soğuktur ki, her canlı varlık en basiti bile, burada hemen donacaktır, çünkü ısı (–273) derecenin altına düşmektedir. Öteki uçta da, yıldızların maddesi öylesine yakıcıdır ki, hiçbir canlı varlık buna dayanamaz. Ayrıca, evrende radyasyonlar ve sürekli kozmik bombardımanlar vardır. Bunlar hemen hemen her yerde canlının ortaya çıkmasını engellemektedir. Kısacası, evren Sibirya’dır, Sahra’dır, Verdün’dür. Demek istiyorum ki bu, soğuğun soğuğu, sıcağın sonsuzu, bombardımanların çokluğudur. Oysa, tüm bunlara karşın, yaşam gene de ortaya çıkmıştır, hiç olmazsa bizim gezegenimizde.
Daha sonra, bilim adamların ve filozofların karşılaştığı sorun, madde ile yaşam arasında sürekli bir geçiş olup olmadığını bilmektir. Günümüzde bilim, cansızla canlının şu bitişme yerinde çalışıyor: Bir süreklilik bölgesi bulunduğunu, başka bir deyişle, canlının maddenin zorunlu bir promosyonu sonucu doğduğunu göstermeye yöneliyor.
Bir şey daha söyleyelim: Öyle görünüyor ki yaşam gitgide yükselen bir merdiveni tırmanmaya çağrılıyor, karşı koyamayacağı bir biçimde; maddeye en yakın biçimlerden tutun (ultravirüsler gibi) en yüksek biçimlere dek, evrim içinde bir yükselme vardır: Yaşam serüveni, organizatör bir ilke tarafından düzenlenmektedir.
I.B.- Böyle bir ilkenin ne olabileceğine daha yakından bakalım. Bunun için, günümüzün en büyük kimya bilginlerinden Nobel kimya ödülü sahibi Ilya Prigogine’in çalışmalarından destek alacağız.
Bu bilginin araştırmalarının kökeninde çok basit bir düşünce bulunmaktadır: Düzensizlik maddenin “doğal” bir hali değil, tersine, daha yüksek bir düzenin ortaya çıkışından bir önceki evredir.
J.G.- Bu görüş, ki daha önceki görüşlere açıkça ters düşmekteydi, başlangıçta bilim çevrelerinde hoş karşılanmadı. Hatta sanıyorum Prigogine’in çalışmalarını engellemeye bile çalıştılar.
I.B.- Doğru söylüyorsunuz, ancak, hiçbir şey onun kanısını sarsmayı başaramadı. Ona göre, evrenin ve yaşamın kaostan nasıl doğduğunu açıklayacak bilinmeyen yasalar olmalıydı.
G.B.- Önemli bir açıklama yapalım: Bu kanı sadece kavramsal değildi; aynı zamanda, son derece şaşırtıcı bir deneyin sonucuna dayanıyordu.
J.G.- Hangi deney?
G.B.- Benard’ın deneyi. Bu, çok basitti: Bir sıvıyı alalım, öreneğin suyu. Bunu bir kapta ısıtalım. Ne görüşürüz? Sıvının moleküllerinin organize olup düzenli bir biçimde yeniden toplanarak, azıcık vitrayın elemanlarına benzeyen, altıgen hücreler oluşturduklarını…
“Benard’ın dayanıksızlığı” adıyla bilinen, biraz beklenmedik bu olay Prigogine’in kafasını karıştırdı. Bu “hücreler” suda neden ve nasıl ortaya çıkıyorlardı? Kaosun içinde düzenli bir yapının doğuşuna neden olan neydi?
J.G.- İçimden bu madensel yapıların oluşması ile ilk hücrelerin doğuşu arasında bir benzerlik kurmak geliyor. Yaşamın başlangıcında, acaba ilk hava kabarcığının içinde, ısıtılan suda gördüğümüze benzer bir kendi kendine yapılanma olayı yok muydu?
G.B.- Prigogine de bu sonuca vardı. Sıvıların dinamiğinde gerçekleşebilen şey, kimyada ve biyolojide de gerçekleşebilir.
Ancak, düşüncesini daha iyi anlamak için, başlıca evrelerini yeniden oluşturmak gerekir. İlk önce, çevremizde bulunan nesnelerin açık sistemler gibi davrandıklarını, yani sürekli olarak çevreleriyle madde, enerji ve –ki bu daha önemlidir- bilgi alışverişinde bulunduklarını saptamak zorundayız. Başka bir deyişle, sürekli devinim durumundaki bu sistemler zaman içinde düzenli olarak değişirler ve değişken olarak kabul edilmelidirler. Oysa bu değişimler öyle büyük olabilir ki, o zaman merkezdeki organizasyon kendisi değişmeden bunları tolere edemeyecek duruma gelir. Bu kritik eşiğe dayanarak, Prigogine tarafından ayrıntılı olarak betimlenmiş olası iki çözüm yolu var. Sistem, ya değişimlerin büyüklüğü nedeniyle bozulmuştur, ya da üstün bir yeni organizasyon düzeyiyle kendini gösteren bir yeni iç düzene girmiştir.
İşte şimdi Prigogine’in buluşunun tam içindeyiz: Yaşam, kendisinin “dağıtıcı yapılar” adını verdiği dinamik yapılara dayanmaktadır. Bu yapıların rolü, tam olarak, bir değişimden sorumlu enerji, madde ve bilgi akışını dağıtmaktır.
J.G.- Bir dakika: Bu yeni düzen yaklaşımı termodinamiğin ikinci ilkesini kesin olarak yalanlamaktadır. Bu ilkeye göre zaman akışı içinde kapalı sistemler karşı konamayacak biçimde düzenden düzensizliğe geçerler. Örneğin, bir bardak suya birkaç damla mürekkep damlatırsam, bu damlalar suyun içinde dağılacaklardır; artık bu iki sıvıyı ayırmama olanak yoktur.
I.B.- Termodinamiğin bu ünlü ilkesi Fransız fizikçisi Carnot tarafından 1824’de biçimlendirilmiştir. Ona ve sonraki bilginlere göre en ufak bir kuşku yoktur: Evren, düzensizliğin geri dönülemez yükselişine karşı sürekli savaşım durumundadır.
J.G.- Ama bu canlı sistemlerde olup bitenlerin tersi değil mi? Fosillerin tarihini incelersek görüyoruz ki, hücresel organizasyonlar sürekli olarak, derece derece artan bir karmaşıklık içinde, biçim değiştirip yapılanmıştır. Başka bir deyişle, yaşam gitgide daha yüksek ve genel bir düzenin oluşmasından başka bir şey değildir. Çünkü evren, denge durumuna doğru geri çekildikçe, gitgide daha karmaşık yapılar yaratmayı, her şeye karşın, beceriyor.
G.B.- Prigogine’in tanıtladığı da bu. Ona göre, kendi kendine yapılanma olayları maddenin tümden yeni bir özelliğini ortaya çıkarıyor. Madde, yapısı gereği, canlı madde olmak için kendi kendini yapılanmaya yönlendiriyor. Öyle ki cansızı, canlı öncesini ve canlıyı birleştiren bir tür sürekli örgü atkısı gibi bir şey var. Böyle bir yapılanma hala anlaşılması bir hayli güç yasalara göre, molekül düzeyinde gerçekleşiyor. Gerçekten, bu olayları açıklamak olanağı bulunmasa da, bu tür molekülllerin ya da molekül kümelerinin son derece “zeki” davrandıkları anlaşılıyor. Maddenin görünen düzensizliği içinde, bu gizli düzenin her yerde ve her zaman hazır bulunuşu karşısında şaşıran Prigogine bir gün şöyle söylemiştir: “Şaşırtıcı olan şu ki, her molekül kendisiyle birlikte öteki moleküllerin ne yapacaklarını biliyor, hem de makroskopik uzaklıklardan. Deneylerimiz moleküllerin nasıl iletişim içinde olduklarını gösteriyor. Canlı sistemlerdeki bu özelliği herkes kabul ediyor ama, cansız sistemlerde bu gene de beklenmedik bir özellik.”
J.G.- Şimdi de şu çok önemli adımı atmamız gerekiyor: ‘Cansız’ dediğimiz madde ile canlı madde arasında süreklilik var. Gerçekten de yaşam özelliklerini doğrudan doğruya maddenin hep daha düzenli ve karmaşık durumlara doğru gitmek için kendi kendine, kendiliğinden örgütlenmeye olan bu gizemli eğiliminden almaktadır. Daha önce de söyledik: Evren geniş bir düşüncedir. Her parçacıkta, her atomda, her molekülde, her madde hücresinde, hiç kimsenin haberi olmadan yaşayan ve çalışan “her yerde hazır ve nazır” bir şey vardır.
Filozofların açısından, şu son söylediğimiz, bir takım sonuçlara götürür: Gerçekten de bununla evrenin bir temel direği, daha iyi bir anlamı olduğu söylenmek isteniyor.
Bu derin anlam kendi içinde, aşkın bir neden olarak bulunur. Eğer, biraz önce anlatıldığı gibi, evrenin bir “tarihi” varsa, geçmişe doğru geri gittikçe, olasızlığın çoğaldığını, geleceğe doğru ilerledikçe de olasılığın yayıldığını görüyorsam, kozmosta heterojenden homojene bir geçiş varsa, maddenin daha düzenli durumlara doğru sürekli bir gelişmesi varsa, türlerin bir süper türe doğru (belki, geçici olarak insanlığa) evrimi de söz konusu ise, o zaman her şey beni evrenin kendisinin içinde nedenlerin uyumunun bir nedeni, bir zeka bulunduğu düşüncesine götürüyor.
Bu zekanın maddenin tam içinde bile açık bir biçimde görülmesi beni “rastlantı sonucu” ortaya çıkmış, yaşamı “rastlantı sonucu” yaratmış, zekayı da gene “rastlantı sonucu” üretmiş bir evren görüşünden sonsuza dek uzaklaştırıyor.
G.B.- Somut bir olayı ele alalım: bir canlı hücre sıkışık bir “zincir” oluşturan yirmi kadar amino asidinden yapılmıştır. Bu amino asitlerin işlevi de yaklaşık 2000 spesifik enzime bağlıdır. Aynı mantığı yürüterek, biyoloji bilginleri böylece, bin değişik enzimin bir canlı hücre oluşturuncaya dek (bir çok milyar yıllık bir evrim sırasında) düzenli bir biçimde birbirlerine yaklaşmaları için olasılığın bire karşı 1000 olduğunu hesaplıyorlar.
J.G.- Demek ki bu şans hiç yoktur.
I.B.- Bu da Nobel Biyoloji ödülü sahibi Francis Crick’i DNA’yı bulması sayesinde aynı anlamda şu sonuca vardırıyor: “Bugün elimizdeki her türlü bilgiye sahip dürüst bir insan, yaşamın başlangıcının halen bir mucizeye bağlıymış gibi göründüğünü kabul etmek zorundadır; çünkü bunu ortaya çıkarmak için bir araya getirilecek o denli çok koşul var ki…”
G.B.- Evet, bir an için başlangıçlara, dört milyar yıl öncesine dönelim. Bu uzak dönemde yaşam denen şey henüz yok. Bitmez tükenmez rüzgarların süpürdüğü ilk çağların toprağı üstünde doğan moleküller, yıldırımlar, sıcaklık, radyasyon ve siklonlar tarafından karıştırılıyor, kesiliyor, düzeltiliyor, sonra yeniden dağıtılıyor.
Oysa, gene de bu ilk aşamadan başlayarak ilk basit cisimler henüz rastlantıya hiçbir şey borçlu olmayan yasalara göre birleşeceklerdir. Örneğin, bugün kimyada “yüklerin topolojik dengelenmesi” adıyla bilinen bir ilke vardır. Bu ‘yasa’, yapılarında almaşık atom zincirleri bulunan (özellikle de karbon, azot ve hidrojen) moleküllerin bir araya gelerek dayanıklı sistemler oluşturduğunu söyler. Bunlar hangi sistemlerdir? Kuşkusuz, canlının mekaniğini oluşturan temel parçacıklar: Amino asitler.
Gene atomla ilgili aynı yasaya göre, bunlar da bir araya gelip ‘peptit’lerin, yaşamın bu yapı gereçlerinin ilk zincirini oluşturacaklardır.
Dünyanın ilk okyanuslarının o kapkara dalgaları içindeki ilk kabarcığın ortasında böylece aynı sürece göre en ilk azotlu moleküller (bunlara ‘pürin’ ve ‘primidin’ adı veriliyor) ortaya çıkmaya başlıyor; daha sonra bunlardan kalıtım yasası doğacaktır.
Maddeyi, karşı konulmaz biçimde yükselen bir sarmal eğri içinde yavaş yavaş yukarılara taşımanın büyük serüveni de başlıyor. İlk azotlu parçacıklar, fosfat ve şekerlerle birleşerek ‘nükleotitler’in prototiplerini hazırlayıncaya dek güçleniyor. Bu ünlü temel öğeler de bitmez tükenmez zincirler oluşturarak Ribonükleik Asit’in (RNA) ortaya çıkması demek olan canlının ilk aşamasını sağlayacaklardır.
Böylece evrim, en çok birkaç yüz milyon yıl içinde, dayanıklı, özerk, dışarıdan hücre zarlarıyla korunan ve şimdiden kimi ilkel bakterilere benzeyen biyolojik sistemler doğuruyor.
J.G.- Enerji sağlama dışında, bu eski hücrelerin karşılaştıkları asal sorun üreme sorunuydu. Gerçekten de bu değerli birikimleri oldukları gibi nasıl korumalıydı? Doğanın bu küçük harikaları sürekliliklerini sağlayabilirler miydi? Biraz önce kendilerini oluşturan amino asitlerin belirli bir düzen içinde bulunduklarını gördük. Öyleyse bu ilk hücrelerin, daha öncekilere tümüyle uygun yeni proteinler üretebilmeleri için, temel proteinlerinin hazırlanmasındaki o zincirlemeyi bir yerden “yeniden kopya etmeyi” öğrenmeleri gerekiyordu.
Demek ki, sorun bu aşamada olayların nasıl geçtiğinde yatıyor: Bu en ilk hücreler üreme denen mucizeyi gerçekleştirmelerini sağlayan sayısız kurnazlıkları nasıl buldular?
I.B.- Burada da bu mucizenin gerçekleşmesini sağlayan, maddenin tam ortasına yazılı şu ‘yasa’dır: En ‘kutupsal’ amino asitler (yani yüksek bir elektrostatik yükü olanlar), daha az kutupsal olanlar, daha çok sitozim gibi başka soylarla bir araya gelirken, kendiliğinden azotlu moleküller tarafından çekilirler.
Böylece kalıtım yasasının ilk taslağı ortaya çıkmış oluyor: Bizim ünlü amino asitlerimiz kimi nükleotit’lere (başkalarına değil) yaklaşarak kendi yapılarının planlarını, sonra bunları kurmak için gerekli araç ve gereçleri hazırlamışlardır.
G.B.- Burada bir kez daha şunun üzerinde durmak gerek: Yukarıda anımsatılan işlemlerin hiçbiri rastlantısal olarak gerçekleşmemiştir.
Başka örnekler içinden birini alalım: Nükleotit’lerin bir araya toplanmasıyla kullanılabilir bir RNA molekülünün rastlantı sonucu hazırlanması için, doğanın rastgele en aşağı evrenimizin tüm yaşından yüzbin kere daha uzun süre denemeler yapması gerekirdi.
Başka bir örnek: Eğer bir okyanus, birkaç yüz adet atom içeren bir tek molekülden “rastlantı sonucu” yapılabilecek tüm değişkeleri (yani tüm izomerleri) gerçekleştirebilseydi, bu “10 üzeri (80)”den çok olası izomerin yapımını sağlayabilirdi. Oysa, tüm evren kuşkusuz “10 üzeri (80)”den daha az atom içeriyor.
J.G.- Başka bir deyişle, Yer’in üzerinde rastgele yapılacak bir tek deneme tüm evreni yok etmeye yeterdi. Bu durumda, sanki evrimin tüm şemaları önceden, hemen başlangıçlarda, yazılmışa benziyor.
Ancak burada bir soru yeniden akla geliyor: Eğer maddenin yaşama ve bilince doğru evrimi açıkça bir düzene göre olmuşsa, hangi düzen söz konusudur?
Şunu söyleyeyim ki, eğer rastlantı düzeni bozmaya yönelikse, zeka, tersine, olayların düzenlenmesinde, kaostan başlayarak bir düzenin kurulmasında görülmektedir. Öyleyse yaşamın şaşırtıcı karmaşıklığını görerek, bundan evrenin kendisinin ‘zeki’ olduğu sonucunu çıkarıyorum: Bizim gerçeklik planımızda (Yaratılış dediğimiz şeyin ilk anında) varolan şeyi aşan bir zeka, yaşamı doğuran maddeyi düzenlemiştir.
Ancak, bir kez daha sorayım: Bu ‘düzen’in, gerçeğin tüm boyutlarında algılanabilen bu zekanın derin özelliği nedir?
I.B.- Buna yanıt vermek için rastlantı dediğimiz şeyin üzerinde düşünmemiz gerekir.