Tüm bu kitap boyunca, eski maddeciliğin –tini metafiziğin kapalı dünyasına atan maddeciliğin- artık geçerli olmadığını göstermeye çalıştık. Bir bakıma ‘güven verici ve eksiksiz’ olan maddecilik bize eski mantığın dayanılmaz çekiciliğini duyuruyordu: Evrenin öğeleri sağlam ve dayanıklıydı; kozmosun gizleri, göze görünür belirsizlikleri sadece bizim kendi yetersizliğimizin, iç sınırlarımızın, kısacası oldukça uzak bir günde çözümlenecek sorunlarımızın itirafı idi.
Ancak yeni fizik ve yeni mantık, bu anlayışı altüst etti. Bütünleyicilik ilkesi, maddenin elektronlar gibi temel öğelerinin iki yanlı kendilikler olduğunu açıklamaktadır. Janus gibi bize de bunlar kimi zaman katı madde taneleri, kimi zaman maddesiz dalgalar olarak görünmektedirler. Bu iki betimleme çelişiyor ama, gene de fizikçilerin her ikisine de gereksinimi var. Öyleyse her ikisini de sanki aynı zamanda hem doğru, hem de birlikte varmış gibi görmek zorundayız. Bunun için, tane hali ile dalga hali arasındaki bütünleyiciliğin, tin ile madde arasındaki Dekartçı ikiliğe kesinlikle son verdiğini anlayan Heisenberg olmuştur: İkisi de tek ve aynı gerçeğin bütünleyici öğeleridir.
Böylece madde ile tin arasındaki temel ayrım, derin ve geri döndürülemez biçimde değişmiş bulunuyor. Metarealizm adını verdiğimiz yeni bir felsefe anlayışı da işte bundan doğmuştur.
Kuantum fiziğinin açtığı bu yeni yol, insanın kafasında canlandırdığı evren imgesini değiştirdi; bu da Kopernik’in yaptığı devrimden çok daha köklü oldu. Büyük çoğunluk henüz böyle bir değişikliğin bilincinde değilse de, 19.yüzyıl biliminin, nedenselliğin ve belirlenimciliğin tutsağı uzay, zaman, madde ve enerji kavramları üzerindeki dogmaları ve tabuları ‘dürüst adam’ın düşüncesine hala egemen olsa bile, geçmiş hayranlığına bağlı bu görüşlere artık düşünce tarihinde sadece çağdışı gözüyle bakılacağı günler uzak değildir.
Fizikçiler, madde kavramının kendisini de maddesizleştirdiklerine göre, bize aynı zamanda yeni bir felsefe yolunun açılacağı umudunu vermişlerdir: Bu yol, madde, tin ve gerçeklik arasındaki en son kaynaşmaya açık bir yoldur.
J.G.- Söyleşimizin bu son durağında, varlığın niteliği ile ilgili maddecilik ve tinsellik gibi iki temel öğretiyi karşı karşıya getiren o eski tartışma için bir başka dünya aramanın zamanı geldi. Aynı zamanda, gerçekçilik ve idealizm gibi iki bilgi felsefesi arasında bir üçüncü yol aramamız gerekecek. Burada tin ile madde arasındaki bir bireşimin sonunda hem varlıkbilim öğretisi, hem de bilgi kuramı olan şu yeni dünya görüşüyle buluşacağız: Metarealizm.
I.B.-Birbirlerini bütünleyici olsalar da, bu iki çift birbirinden ayrı iki soruna değiniyorlar: Tinselcilik (ki maddeciliğe karşıdır) bir varlık öğretisi olduğu halde, idealizm (ki gerçekçiliğe karşıdır) bir bilgi kuramıdır. Bir tinselciye göre gerçekliğin bir salt tinsel boyutu vardır; maddecilik ise, tersine, gerçeği tümüyle mekanik bir boyuta indirgemektedir, burada tin hiç bir rol oynamamaktadır ve zaten bağımsız bir varlığı bulunmamaktadır.
Şimdi idealizme bakalım: Bu yaklaşıma göre gerçek erişilebilir değildir. Bağımsız gerçekçilik olarak mı vardır? Bunun böyle olduğu söylenemez. Sadece, gerçeği algılamalarımız söz konusudur. Gerçekçiliğe göre ise, tersine, dünyanın nesnel, gözlemciden bağımsız bir gerçekliği bulunmaktadır ve bizler onu olduğu gibi algılarız.
Bu görüşlerin hiç biri bana bugün gerçeğe ve onun ortaya çıkardığı tasarımlara uygun gibi görünmüyor. Artık, kabul edilebilir tek dünya modeli çağdaş fiziğe dayanmaktadır.
Düşüncelere daldığımda, Heisenberg’in bir görüşü, savunmak istediğimiz tez için bana hep akılda tutulması gerekirmiş gibi gelir: “Bilimin gelişmesi sırasında normal dil kavramlarının özlerinde bulunan değişmezliği unutmazsak, görürüz ki, (çağdaş fiziğin deneyiminden sonra) insan aklı, ruh, yaşam, ya da Tanrı gibi kavramlar karşısındaki tutumumuz, 19.yüzyılın tutumundan değişik olacaktır.”
I.B.- Zaten benzer düşünceler fizikçi Eddington’un şu uyarıyı yapmasına neden olmuştur: “Belki denilebilir ki, çağdaş bilimin bu kanıtlarından çıkarılacak sonuç, 1927 yılına doğru sağduyulu bir bilim adamı için dinin kabul edilebilir bir şey durumuna gelmesidir.”
J.G.- 1927 yılı çağdaş düşünce tarihinde en önemli yıllardan biridir. Metarealist felsefenin, futboldaki gibi, başlama vuruşudur. Bu, Heisenberg’in ‘Belirsizlik İlkesi’ni ortaya attığı, Lemaitre’in evrenin genleşme kuramını açıkladığı, Einstein’in tek alan kuramını önerdiği, Teilhard de Chardin’in yapıtının ilk öğelerini yayımladığı yıl. Hem de kuantum kuramının resmen ortaya atılışını belirleyen Kopenhag kongresinin toplandığı yıl.
Bilgi kuramlarındaki bu altüst olmalara bilim adamlarının yol açması anlamlı değil midir?
Filozoflar da bu altüst oluşların derin anlamının ne olduğunu kendi kendilerine sormalı, özellikle de şu soruya yanıt vermelidirler: Bilim bize neyi aktarmaya çalışıyor? Bize önerdiği yeni değerler hangileridir ve yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkarılmasına nasıl katkıda bulunuyor?
Yanıt vermek için metarealist bir yol tutmamız gerekecek: Bilimin felsefe alanına etkileri, bize ilk kez maddeciliğin ve tinselciliğin sentezini yapma, gerçekçilikle idealizmi barıştırma olanaklarını veriyor. Algıladığımız içkin gerçeklik, o zaman, kendisini doğurduğu varsayılan aşkın ilkesiyle birleşmektedir.
Tinselci filozofların, “düşünce, evrenin maddeden önce gelen bir temel öğesidir” diyerek insan aklının maddesel bir kökeni olduğunu yadsımakta birleştiklerini anımsatalım. İçlerinde daha da aşırı olan kimileri, maddenin özerk varlığını bile kabul etmiyorlar. Berkeley de bunlardan biri; ona göre evren Tanrı’nın imgesinden başka bir şey değildir.
I.B.- Leibniz’in ‘monad’ları da bir tinselcilik biçimi değil midir?
J.G.- Evet ama, aşırı ölçüde, Leibniz’in felsefe sistemi, Eflatun ve Hegel’de olduğu gibi, insan bilincinden ayrı ve ondan bağımsız ‘nesnel’ bir tinsel temelin varlığını öngördüğü ölçüde, bir tür ‘nesnel tinselcilik’e götürüyor. Bu nesnel tinsel temel, Hegel’in ‘saltık ideası’ndan, ya da daha açıkçası Tanrı’dan başka bir şey değil. Öyleyse, bu görüşe göre Tanrı evrenin üstündedir ve onunla karışmaz.
G.B.- Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Evren aşkın bir ‘Varlık’ın varoluşuna dayanıyorsa, bu ‘Varlık’a nasıl ulaşılmalı? Gerçekten bu evrenin derin özünden kopmuş durumda değil miyiz?
I.B.- İdealizm yanlısı akımların geliştirdiği görüş de budur: ‘Kendinde’ gerçekliğin bilinemez olduğunu söyleyen felsefeler, idealizm adı altında yeniden toplanıyorlar. Bir dış dünyanın tek apaçıklığı algılarımızda, renk, boyut, tat, biçim, vb. duyumlarımızdadır. Doğduğumuz günden başlayarak bize dünyayı ortak biçimde algılamamız öğretilir. Bir kişinin ağaç, çiçek, ırmak olarak algıladığı şeyleri, bir başka kişi de ağaç, çiçek, ırmak olarak algılamalıdır. Bu ‘kendinde’ bir dünyaya olan ortak inançlarımızın doğrudan sonucudur.
Oysa sibernetikçi Heinz von Foerster, insan aklının orada olan şeyi değil de, orada olduğunu sandığı şeyi algıladığını söylüyor. Görme yetimiz, dış dünyanın ışığını soğuran, sonra beyine sinyaller veren ağ tabakaya bağlıdır. Bu aynı şema zaten tüm duyumsal algılarımıza uygulanır. Bununla birlikte, Heinz von Foerster’e göre, ağ tabaka rengi algılamaz; uyarımın niteliğine karşı kördür, sadece niceliğine karşı duyarlıdır. “Bu bir sürpriz olmamalı,” diye ekliyor von Foerster, “çünkü gerçekte ‘kendinde’ ışık ve renk yoktur, sadece elektromanyetik dalgalar vardır.”
Aynı biçimde, ses ve müzik de yoktur, sadece kulak zarlarımızda hava basıncının geçici değişimleri vardır. Soğuk ve sıcak da yoktur, sadece kinetik enerji ile devinim durumundaki moleküller vardır, vs.
Kısacası, idealistlere göre dünyaya bağlı olarak doğmuyoruz –dünyanın içinde kurduğumuz bir şeye bağlı olarak doğuyoruz. İdealizm, her birimizin hem bilinmeyen gerçek, hem de başka bilinç alanları ile karışan bir tür ‘bilinç alanı’ içinde yaşadığı düşüncesini ileri sürer. Bir kez daha nesnel gerçeklik anlayışı ortadan kalkıyor. Çevremizdeki bu gerçekliği, onu gözleyenleri hesaba katmadan anlamaya çalışmanın o zaman hiç bir anlamı olamaz.
Aslında, benim kendi bilinç alanım gerçeğin kendisi hakkında bana hiç bir bilgi vermiyor. Benim dünyam hakkındaki bilgim, ona dair vardığım kanılardan oluşuyor. Duygularımın ötesindeki gerçeğe gelince, bu gerçek karanlık, örtülü, gizemli, belki de bilinmez olarak kalıyor.
G.B.- Burada fizikteki idealizmle karşılaşıyoruz: Gerçek ancak bir gözlem edimi ile anlaşılabilir, kestirilebilir ve ölçüsüzce vardır.
J.G.- Bu bilmece gibi gerçek hakkında ne söyleyebiliriz? Bu kitapta sözünü ettiğimiz bir düşünceye yeniden dönmek istiyorum: Daha önce tanımladığımız, bilinç ve maddeden oluşan o ünlü bilgi alanının içine dalmış olduğumuzu seziyorum.
G.B.- Bakınız, gene kuantum alanı kuramına geri dönüyoruz. Bu kuramda temel parçacıklara bir kuantum alanının belirtileri gözüyle bakılıyor. Öyle ki, bu alanın içinde madde ve tüm devinimleri bir tür gizli bilgi alanı tarafından oluşturulmaktadır. Fizikçi Hamilton maddenin belki ‘bilgi alanları’ arasında bir dizi etkileşim sonucu olduğunu söylemekle daha da ileriye gidiyor: Bir parçacık, okyanuslardaki genel devinimin doğurduğu büyük bir su dalgası gibi, ‘gerçek dünya’ya’sadece bir bilgiler okyanusundan doğan bir dalga devinimiyle yayılıyor. Bir madde parçacığının tüm özelliklerine sahip nesneyi doğuran, bu sürekli kabarmadır, bir tür ‘gel-git’dir.
Aynı biçimde, David Bohm’un nedensel yorumuna göre, temel parçacıklar global bir kuantum alanından çıkmaktadır. Bilgi burada sadece kuantum süreçlerini değil, aynı zamanda parçacıkların kendilerini de doğurarak belirleyici bir rol oynar, kuantum süreçlerinin evrenin kuantum alanından başlayarak yayılma biçiminden sorumludur.
J.G.- Tüm bunlar tinin düzeni ile maddenin düzeninin indirgenmez olmayıp, ‘mekanik’ düzenden ‘tinsel’ düzene yayılan bir genel düzen tayfı içinde sıralandığını pekala doğrulamaktadır. Eğer tinle maddenin kökeninde bir ortak tayf varsa, sadece maddenin mekanik yanları ile tinin elle tutulamaz olması niteliği göz önüne alındığı için, bunların ikiliğinin bir yanılsama olduğu anlaşılır.
I.B.- Burada Heisenberg’in ‘Belirsizlik İlkesi’ne benzer bir düşünceye ulaşıyoruz. Bu ilkeye göre fizik dünyayı gözlemlemiyor, ona katılıyoruz. Duyularımız ‘kendinde’ varolan şeylerden ayrı değildirler; asıl amacı gerçekten de ‘kendinde’ şeyi yaratmak olan karmaşık bir geri bildirim sürecinin içine sıkı sıkıya girmişlerdir.
Yeni fiziğe göre biz dünyayı düşlüyoruz. Onu uzayda, kalıcı, gizemli, görünebilir, her yerde hazır, zamanda değişmez bir şeymiş gibi düşlüyoruz. Ancak bu yanılsamanın ötesinde gerçeğin ve gerçekdışının tüm kategorileri ortadan kalkıyor. Schrödinger’in kedisinin hem canlı, hem ölü olması artık düşünülemiyeceği gibi, aynı biçimde nesnel dünya da var ya da yok olarak algılanamaz: Tin ve dünya bir tek ve aynı gerçekliği oluştururlar.
J.G.- Pearce’ın dediği gibi, insan aklı, insan aklını yansıtan bir evreni yansıtır. Öyleyse, açıkcası, tin ve maddenin birlikte varoldukları söylenemez: Bunlar birbirleri dolayısıyla vardırlar. Bir bakıma, demek ki, evren bizim aracılığımızla düşünde kendini görmektedir. İşte metarealizm tam olarak düş görenin kendi kendisinin ve düşünün bilincine vardığı anda başlar.
I.B.- Burada sizin görüşünüzü Amerikalı büyük fizikçi Heinz Pagels’in görüşüyle karşılaştırmak ilginç olacaktır sanırım. Pagels diyor ki, “Evren nedir? Gönülsüz oyuncuları olduğumuz bir büyük stereoskop filmi mi? Üstün bir varlığın sanat yapıtı mı, ya da sadece bir deney mi? Evreni anlamakta çektiğimiz güçlükler onu neyle kıyaslamak istediğimizi bilmememizden kaynaklanıyor.”
Bununla birlikte, aynı Heinz Pagels fizikçilerin çoğunun görüşünü de yansıtarak sözlerini şöyle sürdürüyor: “Öyle sanıyorum ki, evren gizli bir şifreyle, kozmik bir şifreyle yazılmış bir mesajdır. Bilim adamlarının görevi de bu şifreyi çözmektir.”