rastlantı mı, zorunluluk mu?

Önceki sayfalarda yaşam serüveninin, maddenin kendiliğinden, gitgide heterojen sistemler halinde organize olmak gibi evrensel bir eğilimden doğduğunu gördük. Bu olay, düzensizlikten düzen yaratarak, hep daha karmaşık yapılar hazırlayarak, birlikten çeşitliliğe yönelmiştir.

Ama doğa neden düzen üretiyor? Şunu anımsamadan yanıt veremeyiz: Evren, düzenli bir maddenin, sonra yaşamın, en sonunda da bilincin ortaya çıkmasını sağlamak için titizlikle ayarlanmış gibi görünüyor. Fizik yasaları tam tamına bugünkü gibi olmasalardı, o zaman gök fizikçisi Hubert Reeves’in belirttiği gibi, “Bunlardan söz etmek için şimdi burada olmazdık.” Dahası var: Evrensel büyük değişmezlerden biri, örneğin yerçekimi değişmezi, ışık hızı, ya da Planck değişmezi, başlangıçta en ufak bir değişime uğrasaydı, evrenin canlı ve zeki canlı varlıklar barındırmak için hiçbir şansı bulunmaz, hatta belki evrenin kendisi de ortaya çıkmazdı.

Bu şaşırtıcı incelikteki ayarlama salt ‘rastlantı’ eseri midir, yoksa bir ilk ‘neden’in iradesinden, bizim gerçekliğimizi aşan bir düzenleyici zekadan mı doğmuştur?

G.B.- Yaşamın uzun yolunu, ilk organik moleküllerden başlayıp insana dek, baştan başa geçtikten sonra, şimdi gene kaçınılmaz bir soru ile karşı karşıya geliyoruz: Evrenin, insanın ortaya çıkışına dek süren evrimi, biyoloji bilgini Jacques Monod’un düşündüğü gibi, bir rastlantının meyvesi mi, yoksa bu evrim her öğesi titizlikle hesaplanmış evrensel bir ‘büyük niyet’ten mi geliyor? Anlamadan rastlantı diye adlandırdığımız şeyin gerisinde bir gizli düzen mi var?

J.G.- Bu sorunuza yanıt vermek için ‘derin rastlantı’ya, mucizenin ve gizlerin ratlantısına doğru gitmemiz gerekiyor: Kısacası olayların düzeni denen şeyin anlamı nedir?

Bir kar taneciği alınız: Bu küçük nesne, düzenli ama birbirlerinden tümüyle değişik geometrik şekillerin ortaya çıkmasına yol açan, şaşırtıcı incelikteki matematik ve fizik yasalarına uymaktadır: Kristaller ve polikristaller, iğneler ve dandritler, plaketler ve kolonlar bu geometrik şekilleri oluşturmaktadır. İşin en çarpıcı yanı da, her kar taneciğinin dünyada tek olmasıdır. Bir saat rüzgarda uçuştuktan sonra özel bir şekil ortaya çıkaracak olan her türlü koşula (ısı, nem, atmosferdeki kirlilikler) uymak zorunda bırakılmıştır. Bir kar taneciğinin son şeklinde, içinde yaşadığı tüm hava koşullarının öyküsü vardır. Beni hayran bırakan şey de kar taneciğinin tam ortasında bir düzenin özünün bulunmasıdır: Bu, dayanıklılık sağlayan kuvvetler ile dayanıksızlık nedeni kuvvetler arasındaki ince dengedir; insan çapında kuvvetler ile atom çapındaki kuvvetler arasındaki yoğun etkileşimdir. Söz konusu denge nereden geliyor? Söz konusu düzenin, simetrinin kökeni nedir?

I.B. Bir yanıt öğesi bulmak için sonsuz küçüğün içinde biraz daha derine inmeliyiz. Atom düzeyinde olup bitenlere bakalım. Temel parçacıkların davranışı düzensiz, rastlantısal, önceden kestirilemez gibi görünüyor. Kuantum fiziğinde, bireysel ya da tekil olayları önceden kestirmek için gerçekten de hiçbir olanak yoktur. Bir kilo radyumu bir çelik kasa dairesine kapattığımızı ve 1600 yıl sonra, olup bitenleri görmek için oraya yeniden gittiğimizi düşünelim. Bir kilo radyumu bıraktığımız gibi bulacak mıyız? Kesinlikle hayır: O pek ünlü radyoaktif parçalanma sürecine göre, radyum atomlarının yarısı yok olmuş olacaktır. Fizikçiler “yarı-yaşam”ın, ya da radyum ‘dönemi’nin 1600 yıl sürdüğünü söylüyor: Bu, bir radyum bloğundaki atomların yarısının parçalanması için gerekli süredir.

Burada bir soru soralım: Hangi radyum atomlarının parçalanacağını belirleyebilir miyiz? Belirlenimciliğin (determinizm) savunucularına karşın, falan atomun değil de neden filan atomun parçalandığını bilmenin hiç bir olanağı yok. Ne kadar atomun parçalanacağını önceden kestirebiliriz ama bunların hangileri olacağını söyleyemeyiz. Bu seçmenin kökenindeki süreci betimlemeye hiç bir fizik yasası olanak vermiyor. Kuantum kuramı çok büyük bir kesinlikle bir parçacık grubunun davranışını betimleyebilir; ne var ki bireysel bir parçacık söz konusu olduğunda, sadece olasılıklar ileri sürebilecektir.

J.G.- Bu tanımlama önemli ama, benim kanımı çürütmüyor. Belli bir düzeyde bize rastlantısal gibi görünen şeyin bir üst düzeyde ne ölçüde düzenli olmadığı görülüyor? Rastlantı konusunda söylediklerimize dönersek, sanıyorum ki rastlantı yok. Rastlantı dediğimiz şey, bir üst derecedeki düzeni anlamaktaki yetersizliğimizden başka bir şey değildir.

G.B.- Burada İngiliz fizikçisi David Bohm’un düşünceleriyle karşılaşıyoruz. Bu fizikçiye göre, bir güneş ışını içindeki toz tanelerinin devinimleri sadece görüntüde rastlantısaldır: Olayların görünen düzensizliği altında son derece yüksek düzeyde derin bir düzen yatar ki, rastlantı sonucu diye yorumladığımız şeyi açıklamamızı sağlayabilir.

Örneğin, fizikte önemli olan “Çift Yarıklar” deneyini anımsayalım:. Düzen çok basittir; bir fotoğraf camı ile bir ışık kaynağı arasına iki dik paralel yarığı bulunan bir ekran yerleştirilir. Bu ışık kaynağı ekrana doğru fotonlar, yani ışık taneleri gönderilmesi sağlayacaktır. Işık parçacıkları yarıklara teker teker gönderilirse, parçacıkların ne hangi yarıktan geçeceği, ne de tam olarak fotoğraf camının üstünde nereye ulaşacağını söyleme olanağımız vardır. Bu bakımdan parçacığın devinimleri ve yörüngesi rastlantısaldır ve önceden kestirilemez.

Bununla birlikte, bir süre sonra fotonların fotoğraf camı üstünde rastlantısal bir leke bırakmadıkları gözlemlenir. Ayrı ayrı gönderilen ışık tanelerinin tümü, “girişim saçakları” adıyla çok ünlü düzenli bir şekil oluşturmaya başlarlar. Bu şekil genelde tümüyle önceden kestirilebilir durumdadır. Başka bir deyişle, her ayrı parçacığın davranışının ‘rastlantısal’ niteliği gerçekten de açıklayamayacağımız çok yüksek bir düzen derecesindedir.

J.G.- Bu deney benim ilk sezgimi güçlendiriyor: Evrende rastlantı yok, çeşitli düzen dereceleri vardır; bunların aşama sıralarını bulmak bize düşer. Bilimler Akdemisi’ndeki meslekdaşlarımla birlikte burgaçlanma, sudaki burgaç, ya da dingin havada duman kıvrımları gibi kimi karmaşık olaylarla ilgili bir kitap üzerinde çalıştım. Kuşkusuz bu devinimler betimlenemez, önceden kestirilemez; ancak her türlü beklentiye karşın bu burgaçlanmaların gerisinde, ya da dumanların rastlantısal devinimleri içinde bir tür zorlama kendini duyumsatıyor: Düzensizlik, sanki aynı gizli modele göre hazırlanmış motiflerin içinde kanalize edilmiş bulunuyor. Bu gizli modele kaos uzmanları “Garip Çekici” gibi güzel bir ad takmışlar.

G.B.- “Garip Çekici” konusunda bir açıklama yapalım: Söz konusu çekici, “evreler alanında”, yani bir mekanik sistemin tüm dinamik bilgilerini, tüm olası değişimlerini içeren alanda bulunur. Basit bir çekici örneği mi istiyorsunuz? Üstünde bir çelik bilye asılı, durağan bir nokta. Bilye ipin ucunda yer değiştirebilir ama, belli bir yörüngeye göre. Bilye, bu yörüngeden ayrılmakta zorlanacaktır. Evreler alanında, tüm komşu yörüngeler dönme yörüngesi tarafından çekilir. Bu dönme yörüngesi sistemin “Garip Çekicisi”dir. Oysa basit bir sistem için geçerli olan şey karmaşık sistemler için de geçerlidir: Bu sistemlerin içinde, davranışlarını köklü biçimde düzenleyen “Garip Çekici”ler vardır.

I.B.- Makroskopik ölçüde, evreni tanımlayan düzenli yapılar bulunması, tüm bildiklerimize karşın, bir sır olarak kalmaktadır. Galaksilerin homojenliği sorununu ele alalım: Maddenin dağılımındaki tekdüzelik ve eşyönlülük şaşırtıcıdır; gözle görülebilir evrenin boyutu “10 üzeri (28)” santimetrekaredir; bu ölçüde özdeğin “10 üzeri (-15)” kesinlikle ölçülebilen tekdüze bir yoğunluğu vardır. Bununla birlikte, daha aşağı ölçülerde, evren artık homojen değildir; kendileri de yıldızlardan vb. oluşmuş galaksileri içeren galaksi kümelerinden yapılmıştır. Peki küçük ölçüde egemen olan homojenlik, büyük ölçüde bu denli yüksek bir düzeni nasıl doğurabildi?

J.G.- Eğer gizli bir düzen gerçeğin evrimini yönetiyorsa, yaşamın ve zekanın evrende ortaya çıkmasının hiç bir erekliliği olmayan bir dizi kazalar, rastlantısal olaylar sonucu gerçekleştiğini savunmak bilimsel açıdan olanaksız olur. Doğayı ve ondan doğan yasaları incelerken, bana öyle geliyor ki, tersine, evren tümüyle bilince doğru yöneliyor. Dahası, sınırsız karmaşıklığıyla ve düşmanca görünüşlerine karşın, o canlı, bilinçli, zekası olan şeyleri doğurmak için yapılmıştır. Neden mi? Ünlü bir sözü açarak söyleyelim: “Bilinçsiz madde evrenin yıkıntısından başka bir şey değildir.” Biz olmasaydık, kendini kanıtlayan bilinç olmasaydı, evren varolamazdı. Bizler evrenin kendisiyiz, onun yaşamı, bilinci, zekasıyız.

G.B.- Burada büyük gize değinmiş oluyoruz: Tüm gerçekliğin az sayıda kozmolojik değişmezlere dayandığını anımsatalım. Bunların sayısı onbeşten azdır: Yerçekimi değişmezi, ışık hızı, mutlak sıfır, planck değişmezi, vb. Bu değişmezlerin her birinin değerini büyük bir kesinlikle biliyoruz. Oysa bunların bir teki, birazcık değişseydi, o zaman evren –en azından onu tanımladığımız gibi- ortaya çıkamazdı. Çarpıcı bir örneği bize evrenin ilk yoğunluğu veriyor: Eğer bu yoğunluk büyük patlamadan sonra “10 üzeri (-35)” saniyede kendi değeri olan kritik değerden bir parçacık sapsaydı, evren oluşamayacaktı.

I.B.- Bugün, evrenin yoğunluğu ile başlangıçtaki kritik yoğunluk arasındaki oran 0.1 dir. Oysa geri gidebildiğimiz en eski dönemde, “10 üzeri (-35)” saniyede, bu oran inanılmaz bir biçimde yaklaşık 1 idi. Büyük patlamadan bir an sonra, kritik eşikten sapma olağanüstü ölçüde az “10 üzeri (-40)” olmuştur; öyle ki evren doğumundan hemen sonra dengelenmiştir.

G.B.- Bu da daha sonra gelen evrelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu fantastik ayarlanmaya bir başka örnek: Atom çekirdeğinin yapışıklığını kontrol eden nükleer kuvvetin şiddetini aşağı yukarı yüzde bir çoğaltsaydık, hidrojen çekirdeklerinin özgür kalmaları için her türlü olasılığı ortadan kaldırmış olurduk. Bu çekirdekler başka proton ve nötronlarla birleşip ağır çekirdekler oluştururlardı. O zaman da, hidrojen, artık orada olmadığı için, oksijen atomlarıyla birleşip yaşamın doğmasını sağlayacak gerekli suyu üretemeyecekti. Tersine, bu nükleer kuvveti hafifçe azaltırsak, o zaman hidrojen çekirdeklerinin kaynaşımı olanaksız olur. Nükleer kaynaşım olmazsa, artık ne güneşler, ne enerji kaynakları, ne de yaşam vardır.

I.B.- Nükleer kuvvet için doğru olan, elektromanyetik kuvvet gibi başka parametreler için de doğrudur. Bu kuvveti çok hafif çoğaltsaydık, elektronla çekirdek arasındaki bağlantıyı güçlendirmiş olurduk. Aynı zamanda da, elektronların başka çekirdeklere doğru aktarımından doğan kimyasal tepkimeler gerçekleşemez, bir çok element oluşamaz, böyle bir evrende DNA moleküllerinin ortaya çıkma şansı hiç bulunmazdı.

Evrenimizin kusursuz biçimde ayarlanmış olmasına başka kanıtlar mı istiyorsunuz? İşte ağırlık kuvveti. Bu kuvvet evrenin oluşumu sırasında azıcık zayıf olsaydı, ilk hidrojen bulutları hiç bir zaman yoğunlaşıp nükleer kaynaşımın kritik eşiğine gelemezlerdi: Yıldızlar hiç bir zaman parlayamayacaklardı. Aksi durumda da daha mutlu olamayacaktık: Daha büyük bir ağırlık, nükleer tepkimelerin gerçek bir taşkınlığına neden olurdu: Yıldızlar korkunç bir biçimde tutuşup yanarak o denli çabuk ölürlerdi ki yaşam gelişmek için zaman bulamazdı.

Gerçekten de ele alınan parametre ne olusa olsun, sonuç hep aynıdır: Parametrelerin değeri azıcık değiştirilse, yaşamın doğması için tüm şansı ortadan kaldırmış oluruz. Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar demek ki şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmış gibi görünüyorlar. Son bir rakam daha: Evrenin genişleme oranı başlangıcında “10 üzeri (-40)”lık bir sapma yapsaydı, ilk özdek boşlukta dağılırdı; evren galaksileri, yıldızları ve yaşamı doğuramazdı. Evrenin ne denli akıl almaz bir incelikle ayarlanmış gibi göründüğü hakkında bir fikir vermek için, Yer’den Mars gezegeni üzerinde bir çukura topunu göndermeyi başarabilen bir golf oyuncusunun becerisini düşünmek yeter!

J.G.- Böyle rakamlar olsa olsa benim kanımı güçlendirebilir: Ne galaksiler ve onların milyarlarca yıldızları, ne gezegenler ve içerdikleri yaşam biçimleri bir kaza ya da basit bir “rastlantı çalkantısı”dır.

I.B.- Olasılıkların hesabı, düzene konmuş, titizlikle ayarlanmış, varoluşunun rastlantıya bağlı olması olanaksız bir evren fikrini savunuyor. Kuşkusuz, matematikçiler bize henüz rastlantının tarihini anlatmadılar. Hatta bunun ne olduğunu bilmiyorlar. Ancak rastlantısal sayılar üreten bilgisayarlar sayesinde kimi deneylere girişebildiler. Cebir denklemlerinde sayısal sonuçlardan çıkan bir kurala dayanarak, rastlantı üretme makinaları programladılar. Burada olasılık yasaları, bu bilgisayarların, evrenin ve yaşamın doğuşunu sağlayan sayılarla kıyaslanabilecek bir sayılar kombinezonu ortaya çıkarabilmek için milyarlar, milyarlarca yıl boyunca, yani neredeyse sonsuz bir süre hesap yapmaları gerektiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, evrenin rastlantı sonucu doğmuş olması için matematiksel olasılık pratik açıdan sıfırdır.

J.G.- Buna inanıyorum. Eğer evren onu bugün tanıdığımız gibi varsa, bunun nedeni bal gibi, yaşamın ve bilincin gelişmesini sağlamaktır. Bizim varoluşumuz bir bakıma başlangıçta, Planck zamanında, titizlikle programlanmıştır. Bugün çevremde bulunan her şey, yıldızların görünümünden tutun, parkları süsleyen ağaçlara dek, başlangıçların ufacık evreni içinde önceden tohum olarak vardı: Evren insanın saatinde geleceğini biliyordu.

G.B.- Burada, 1974 yılında İngiliz gök fizikçisi Brandon Carter tarafından ortaya atılan “İnsan İlkesi” ile karşılaşıyoruz. Bu fizikçiye göre, gerçekten de “evrenin, bilinci ve zekası olan bir varlık doğurmak için, tam tamına gerekli özellikleri bulunmaktadır.” Bu nedenle, olanlar, başka türlü olamayacakları için oldukları gibidirler: Gerçeklikte, bizleri doğuran evrenden başka bir evrene yer yoktur.

I.B.- Bizim evrenimizin yanlarında, tümü onunla oldukça önemli ayrımlar gösteren bir sürü başka “paralel evren” bulunduğu düşüncesini kabul etmezsek, evet. Ancak bu konuya ileride ayrıntılı olarak geleceğiz.

J.G.- Eğer, gerçekten, içinde yaşadığımız evrenden başka bir evren yoksa, bu bir kez daha demektir ki gizli, çok derin ve görünmez bir düzen, o denli cömertlikle kendini gösteren açık bir düzensizliğin altında çalışıyor. Doğa, canlının karışık ve son derece düzenli şekillerini doğrudan doğruya kaostan üretiyor. Cansız maddenin tersine, canlının evreni gitgide artan bir düzen derecesi ile belli olur: Fizik evren gittikçe yüksek bir entropiye doğru giderken, canlı hep daha çok düzen yaratmak için sanki bu ters akıntıya karşı ilerliyor.

Bu nedenle, ‘rastlantı’ dediğimiz şeyin rolünü yeniden değerlendirmeliyiz. Jung’un ileri sürdüğüne göre, ‘anlamlı rastlantılar’ görülmesi, zorunlu olarak uzay, zaman ve nedensellik kavramlarına eklenmesi gereken açıklayıcı bir ilkenin varlığını gerektiriyordu. “Eşzamanlılık İlkesi” adı verilen bu büyük ilke, nedenselliğin tamamlayıcısı olan evrensel bir anlayış düzenine dayanıyor. Yaratılışın başlangıcında rastlantısal olay yoktur, rastlantı yoktur, ama düşünebileceğimiz her şeyin son derece üstünde bir düzen derecesi vardır. Fiziğin değişmezlerini, ilk koşulları, atomların davranışlarını ve yıldızların yaşamını belirleyen üstün bir düzen. Güçlü, özgür, sonsuza dek varolan, gizemli, gizli, görünmeyen, duyarlı bu düzen her zaman oradadır, öncesiz, sonrasızdır. Olayların gerisinde, evrenin üstünde çok uzaklarda, ama her parçacığın içinde hazırdır.