Gerçekliğin, sadece haklarında hiç bir şey, ya da neredeyse hiç bir şey bilmediğimiz temel kendilikler arasındaki olası etkileşimlerin ürünü olduğu düşüncesini kabul edersek, dünyanın, içinde hep anlaşılmaz kalacak bir şeyin yansımalarını iyi kötü yakaladığımız bir aynaya, insanı çarpık gösteren bir aynaya benzediğini de kabul etmemiz gerekecektir.
Kuantum fiziği bizi alışık olduğumuz uzay ve zaman kavramlarını aşmaya zorladı. Evren, atom düzeyinde olduğu kadar, yıldızlar düzeyinde de toptan ve bölünmez bir düzene dayanıyor. Hubert Reeves’in söylediği gibi, besbelli evrenden ayrılmış tüm nesneler arasında kendini gösteren “Kendiliğinden var olan ve her yerde hazır bir erk söz konusu değil midir?”
Parçaların her biri bütünü içerir: Her şey, geri kalan her şeyi yansıtır. Şu masanın üstündeki kahve fincanı, giydiğimiz giysiler, ‘parça’ olarak bildiğimiz tüm nesneler içlerinde saklı bulunan bütünü taşırlar.
Tümümüz, sonsuzluğu avcumuzun içinde tutuyoruz.
J.G.- Söyleşimizin sonuna yaklaşmış bulunuyoruz. Tüm görüşmelerimiz boyunca, klasik bilimin yüksek duvarlarının içinde bir yarık açtık. Şimdi bu yarığın gerisinde bir dekor, ufku son derece uzak, alabildiğince karışık bir görüntü var. Kuantum kuramının ışığında bir çok bilinmeyen şey yeni bir yorumla aydınlanıyor, ilk doğruluklarından hiç bir şey ‘yitirmeksizin’ bir tür tutarlılığa kavuşuyor. Özellikle de çağdaş fizik şunu sezinler gibi olmamızı sağlıyor: İnsanın tini, kişisel bilincin çok ötelerindeki derinliklerden çıkıyor. Ne denli derine inilirse, maddeyi, yaşamı ve bilinci birbirine bağlayan evrensel bir temele o denli yaklaşılıyor.
I.B.- Söylediklerinizi desteklemek için burada Fransız fizikçisi Leon Foucault’un 1851’de yaptığı garip deneyi anımsatmak yeterli. O dönemde dünyanın kendi üzerinde döndüğü deneysel olarak kanıtlanmıştır. Foucault bunu tanıtlamak için çok ağır bir taşı bir ‘patheon’un kemerlerinin altına bağlanmış uzun bir ipe asıyor. Bizim deneyci böylece çok büyük bir sarkaç elde ediyor. Bu sarkaç güzel bir ilkyaz sabahı devindirilecektir. Oysa sorun burada başlıyor: Foucault, büyük bir şaşkınlık içinde sarkacın salınım düzleminin yani gidiş-geliş yönünün değişmez olmadığını saptıyor. Sarkaç dik bir eksen çevresinde dönüyor. Doğu-batı yönünde sallanmaya başladığı halde, bir kaç saat sonra kuzey-güney yönünde sallanmaktadır. Acaba hangi nedenle? Foucault’un yanıtı basitti: “Bu yön değişimi bir yanılsamadan başka bir şey değildi. Gerçekten de sarkacın salınım düzlemi kesinlikle değişmez kalırken, dönen dünya idi.”
J.G.- Kuşkusuz. Ama neye göre değişmezdir? Çünkü evrende her şeyin devinim durumunda olduğuna bakılırsa, devinimsiz bir işaret noktasını nerede bulacağız? Dünya güneşin çevresinde dönüyor, güneş de Samanyolu’nun merkezinin çevresinde devinim durumunda… Bu fantastik bale nerede sona eriyor?
I.B.- İşte Foucault’un sarkacının ortaya çıkardığı soru da bu; çünkü Samanyolu komşu galaksilerin yerel grubuna doğru devinim durumundadır, bu galaksiler de yerel bir süper kümeye, yani daha geniş bir galaksi grubuna doğru sürüklenmektedir. Oysa bu dev galaksi kümesi de ‘Büyük Çekici’ denilen çok uzaklardaki bir uçsuz bucaksız büyük galaksiler kompleksine doğru yönelmekte…
Oysa Foucault’un deneyinden çıkarılacak sonuç şaşırtıcıdır: Güneşlerin ve yakın galaksilerin temsil ettiği kütlelere –çok büyük olsalar da- kayıtsız kalan sarkacın salınım düzeyi, evrenin ufkundaki, Yer’den baş döndürücü uzaklıklarda bulunan gök cisimlerine göre ayarlanmış. Evrenin görülebilir kütlesinin tümü uzaktaki milyarlarca galaksinin içinde bulunduğu ölçüde, bu sarkacın davranışı sadece gök cisimleri tarafından değil, bütünüyle evren tarafından belirleniyor demektir.
Başka bir deyişle, eğer şu basit bardağı masadan kaldırmak için, tüm evreni kapsayan kuvvetleri ortaya koyarım: Bizim küçük gezegenimizde tüm olup bitenler, sanki her parça içinde evrenin bütünlüğünü taşıyormuş gibi, sonsuz kozmik büyüklükle bağlantılıdır. Foucault’un sarkacı karşısında, demek ki evrenin tüm atomları arasında gizemli bir etkileşim bulunduğunu kabul etmek zorundayız. Bu etkileşim ne bir enerji alışverişini, ne de bir kuvveti işin içine karıştırmakta, ama bununla birlikte evreni bir tek bütünlük içinde birleştirmektedir.
J.G.- Sanki bir tür ‘bilinç’ evrenin her atomu arasında her zaman bir bağlantı kuruyormuş gibi görünüyor. Teilhard de Chardin de şöyle yazıyordu:
“Her parçacığın, her atomun, her molekülün, her madde hücresinin içinde gizlenmiş olarak, hiç kimsenin haberi olmaksızın, ‘öncesiz-sonrasız’ olanın her şeyi bilme ve sonsuzun her şeyi yapabilme güçleri yatmakta ve çalışmaktadır.”
G.B.- Fizikçi Harris Walker temel parçacıkların davranışlarının düzenleyici bir güç tarafından yönetildiğini önerirken Teilhard’ın düşüncelerini yansıtıyor.
J.G.- Kuantum fiziği bize doğanın, içinde her şeyin birbirine tutunduğu bölünmez bir bütün olduğunu açıklıyor: Evrenin tümü, her yerde ve her zaman varmış gibi görünüyor. Böyle olunca, iki nesneyi oldukça büyük bir aralıkla ayıran uzay kavramının da sanki artık bir anlamı yok. Örneğin, masanın üstündeki şu iki kitap: Hiç kuşkusuz, gözlerimiz, sağduyumuz bunların birbirlerinden belli bir aralıkla ayrı olduklarını söylüyor. Fizikçilere göre acaba böyle mi? İki fiziksel nesnenin karşılıklı etkileşmeye başladıkları andan itibaren bir tek sistem oluşturduklarını ve dolayısıyla ayrılmaz olduklarını düşünmek gerekir.
G.B.- Ayrılmazlık kavramı yirmili yıllarda kuantum kuramı ile birlikte ortaya çıktı. O dönemde bu kavram büyük bilim adamları arasında çok sert tartışmalara neden oldu. Einstein da 1935 yılında kuantum kuramının eksik olduğunu göstermek için ilginç bir yayı yayınlamış, iki meslekdaşı Podolski ve Rosen ile bugün üçünün baş harflerinden oluşan ve ‘EPR deneyi’ adıyla ünlü hayali bir deney önermişti.
A ve B elektronlarını birbirleriyle çarpıştırıp, birinin herhangi bir biçimde ötekini etkileyememesi için yeterinde uzaklaşmalarını beklediğimizi varsayalım. O zaman A elektronunun üstünde ölçümler yaparak, B elektronu için de geçerli sonuçlar alınabilir; kimse de A elektronunun hızını ölçerken B elektronunun hızını etkilediğimizi ileri süremeyecektir. Oysa Einstein yaptığı eleştiride, “Kuantum mekaniği ile yetinilirse, kuantum kuramına göre bir olayın gerçekliği gözlem edimine bağlı olduğundan, A parçacığının, yörüngesi bir ölçüm aygıtı ile kaydedilmeden önce, hangi yöne gideceğini bilmek olanaksızdır.” diyordu.
Öte yandan eğer A elektronu, bir ölçüm aygıtı tarafından kaydedilmeden önce hangi yöne gideceğini ‘bilmiyorsa’, B elektronu önceden nasıl A elektronunun yönünü bilip de tam olarak aynı anda kaydedilmek üzere yörüngesini ters yöne çevirecektir?
Einstein’e göre tüm bunlar saçmaydı: Kuantum mekaniği eksik bir kuramdı ve bunu harfi harfine uygulayanlar yanlış yoldaydılar. Gerçekten de Einstein iki parçacığın, iki ayrı kendilik, karşılıklı olarak birbirini etkilemeyen, uzayda ayrılmış iki ‘gerçeklik tanesi’ oldukları inancındaydı.
Oysa kuantum fiziği bunun tam tersini söylüyor. Kuantum fiziğine göre, uzayda açıkça birbirinden ayrılmış olan söz konusu iki parçacık bir tek ve aynı fiziksel sistemi oluştururlar. 1982 yılında Fransız fizikçi Alain Aspect, ters yönlerde birbirinden uzaklaşan iki foton, yani iki ışık tanesi arasında anlaşılmaz bir ilinti olduğunu gösterecek ve Einstein’in haksız olduğunu kanıtlayacaktı. İki fotondan birinin kutuplanma özelliği değiştirilse, öteki bunu anında biliyor ve aynı kutuplanma değişimine uğruyormuş gibi görünüyor. Böyle bir olayı nasıl açıklamalı? Bu sorunu çözmeye çalışan fizikçiler iki yorum önerdiler:
Birincisine göre, A fotonu B fotonuna olup bitenleri, birinden ötekine ışığınkinden daha büyük bir hızla giden bir sinyal sayesinde bildiriyor. Oldukça sakınımlı bir kabul gören bu yorum, bugün Niels Bohr’un ‘etki kuantumunun bölünmezliği’ adını verdiği ilkeyi, yani ‘kuantum deneyindeki ayrılmazlığı’ yeğleyen fizikçiler tarafından reddedilmektedir.
Bu ikinci yoruma göre de, iki ışık tanesinin milyarca kilometre uzakta olsalar da, aynı bütüne bağlı oldukları düşüncesini kabul etmeliyiz: Aralarında birbirleriyle sürekli ilişki içinde kalmalarını sağlayan gizemli bir etkileşim vardır. Çok yakın bir örnek vermek için söyleyelim: Sol elim yanarsa, sağ elim bunun hemen haberini alıp sol eliminkine benzer bir geri çekilme devinimi yapacaktır, çünkü iki elim de organizmamın bütününe bağlıdır.
J.G.- Bu sonuçlar uzay ve zaman kavramlarını, bunlara verdiğimiz anlamda, yeniden gözden geçirmemize neden oluyorlar.
Bu bana yarım yüzyıl önce Louis de Broglie ile yaptığım bir tartışmayı anımsatıyor. Pantheon’un karşısındaydık; bana fizikle, metafiziğin, olgularla ‘idea’ların, maddeyle bilincin sadece bir tek ve aynı şey olduğunu söylüyordu. Düşüncesini açıklamak için hiç unutamayacağım bir örnek verdi: “Belli bir uzaklıkta, ırmağın daha dingin akıntısına göre, burgacın çalkantılı suyu açıkça görülüyor. Bu ikisi ayrı iki şey gibi kavranıyor; ama yaklaşınca, burgacın nerede bittiğini, ırmağın nerede başladığını söylemek olanaksız oluyor. Değişik ve ayrı parçalar olarak çözümleme yapmanın hiç bir anlamı yok: Burgaç gerçekte ayrı bir şey değil, bütünün bir görünüşüdür.”
G.B.- Bütün ve parçanın bir tek ve aynı şey olduğunu dile getiren fizikçileri daha iyi anlayabilmek için daha da ileri gidelim. İşte çarpıcı bir örnek: Hologram. Holografik bir resim üzerinde bir sahnenin fotoğrafı çekilmiş bir negatife lazer ışığı demeti gönderilerek elde edilir. Bu resim, nesneleri üç boyutlu olarak ‘canlandırır’. Örneğin, güçlü bir mikroskopla bir su damlasının holografik görüntüsünü gözlemlerseniz, damla içindeki mikro-organizmaları bile görebilirsiniz.
Ama iş bununla bitmiyor. Holografik görüntünün daha da garip bir özelliği var. Eyfel kulesinin resmini çektiğimi kabul edelim. Fotoğrafımın negatifini ikiye bölüp iki yarıdan birini banyo ettirsem, kulenin ilk görüntüsünün yarısını elde edeceğimizi düşünürüz. Oysa, holografik film için durum böyle değil. Bir holografik negatifin bir parçası kesilip, lazer projektörü altına konursa, görüntünün bir parçası değil, tüm görüntü elde edilecektir. Negatifi çok küçük bir parçası kalıncaya dek on kez kessem bile, bu parça görüntünün tümünü içerecektir. Bu, şaşırtıcı bir biçimde gösteriyor ki, ilk sahnenin bölgeleri (parçaları) ile holografik camın bölgeleri arasında, normal bir fotoğrafın negatifinde olduğu türden bir uyum yoktur. Tüm sahne, holografik camın üzerinde her yerde, camın parçalarından her biri sahnenin tümünü yansıtacak biçimde kaydedilmiştir. David Bohm’a göre hologram, evrenin tam ve bölünmez düzeni ile şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyor.
J.G.- Peki ama, her ‘parça’nın bütünü içermesi gibi bir sonuç doğurmak için holografik cam üzerinde neler oluyor?
I.B.- Bohm’a göre burada, tam olarak, evrende, atomdan yıldızlara, yıldızlardan galaksilere dek uzayın her bölgesinde son derece büyük ölçüde olup bitenlerin anlık, donmuş bir versiyonu söz konusudur.
J.G.- Sizi dinlerken, kendi kendime sorduğum bir soruya sezgimle yanıt buldum: Din kitapları Tanrı’nın insanı kendi imgesinde yarattığını söylerler. Ama ben Tanrı’nın görüntüsünün imgesinde yaratılmış olduğumuzu sanmıyorum. Bizler Tanrı’nın imgesinin kendisiyiz. Her insan bir bakıma tanrısal bütünlüğün imgesidir.
G.B.- Şu bizim ünlü hologramların açtığı eğretileme yolunda biraz daha ilerleyerek, belki düşüncenizi aydınlatmakta size yardımcı olabilirim. Bunun için önce maddenin, Louis de Broglie’nin gösterdiği gibi, aynı zamanda dalgalardan oluştuğunu anımsamak gerekiyor. Nesnelerin maddesi de demek ki enerji düzenleri ile iç içe giren dalga düzenlerinden oluşmuştur. Bundan ortaya çıkan görüntü tüm evrene yayılan bir bütünleyici –yani holograma benzer- madde ve enerji düzeni görüntüsüdür. Uzayın her bölgesi, ne denli küçük olsa da –kendisi de bir dalga, ya da bir ‘dalgalar paketi’ olan basit bir fotona varıncaya dek, hologram camı üzerindeki her bölge gibi, bütünün düzenini içerir. Bizim küçük planetimizde olup bitenler, evrenin yapılarının hiyerarşileri tarafından dikte edilir.
J.G.- İtiraf etmeliyim ki, bu çok şaşırtıcı bir görüş. İçinde her bölgenin, ayrı olduğu halde bütünü içerdiği bir sonsuz holografik evren. Böylece bir kez daha gerek uzayda, gerekse zamanda tanrısal bütünlük imgesine dönmüş oluyoruz.
Ara vermeden sürüp giden, bölünmez biçimde düzenli bir evrenin ilk ilkesine de böylece tam olarak varmış oluyoruz: Her şeyin, her şeyi yansıttığı. Burada, kuantum kuramının en önemli yengilerinden birini görmek gerekir. Aklımız bunun sonuçlarını henüz kavramamış olsa da, bu devrim Orta Çağ’ın sonunda düze bir ‘yeryüzü’ fikrinden, yuvarlak bir ‘yeryüzü’ fikrine geçişten çok daha önemlidir. Şu masanın üstündeki kahve fincanı, giydiğimiz giysiler, yaptığım şu tablo, parça olarak bildiğimiz bu nesneler içlerinde saklı bütünlüğü taşıyorlar. Tanrı’nın kozmik tozları ve atomları olan bizler, hepimiz, sonsuzluğu avucumuzun içinde tutuyoruz.