Ders 1: Yaratıcı Olmak

Girdaplar Hakkında Bir Ders

İnsanoğlu ilk ok başını, ya da ilk mağara resmini yapmaya neden başladı? Einstein izafiyet teorisini nasıl keşfetti? Aklımıza özgün bir düşünce geldiğinde ne olur? Yaratıcılığın doğası nedir? Neden ‘hiçbir şey’ yerine ‘bir şey’ vardır?

Kendiliğinden Organizasyon: Doğanın Büyüsü

Kaostan türemiş kendi kendini organize eden sistemler, yalnızca sabit bir enerji ve materyal akışına açık oldukları sürece varlıklarını sürdürürler. Nehirler ve akarsulardaki girdaplar, hızlı ve derin akıntının içerisindeki engellerin meydana getirdiği türbülans sonucunda meydana çıkarırlar. Her girdabın belirgin bir biçimi vardır, ama gerçekte içinden akmakta olan materyalden oluşur. Benzer şekilde kendimiz de içimizden akan materyallerden oluşuruz. Bizim ‘biçim’lerimiz de parçası olduğumuz akış tarafından yaratılır ve sürdürülür. Ne yiyorsak, ne soluyorsak, çevremizden deneyim olarak ne alıyorsak, biz de oyuz demektir.

Doğada gördüğümüz yapıların bir çoğu, kendi kendini organize eden kaosun örnekleridir. Kum tepeleri, karlı açık araziler ve bulut tabakalarnın yüzeyindeki küp halindeki altıgen örüntüler, atmosfere yükselen sıcak havanın kaotik bir şekilde organize olmuş girdaplarından meydana gelir. Bu girdaplar, yaratıldıkları koşullar belirli sınırlar içinde bulunduğu sürece sabit kalırlar.

Ağaçlardan havalanan bir kuş sürüsünü izleyin. Onların hareketinde de bir başka kendiliğinden organizasyon türünü göreceksiniz. Kuşlar, peşindekilerin hayhuyundan kurtulmaya ve havada yükselmeye çalışarak, grubun bir parçası olmayı isteyerek, ama aynı zamanda birbiriyle çarpışmaktan kaçınarak kendilerine bir yer edinmek için çılgınca hareket ederler. Olumlu ve olumsuz geribildirim her kuşu tek bir organizma haline dönüşmüş izlenimi verecek şekilde dengeler.

Yıldızlar arası uzayda rastgele dağılmış yüksek enerjili gazlar, galaksiler ve yıldız sistemleri halinde kendi kendilerini organize ederler. Yerküre’nin jeolojik tarihi süresince kendiliğinden organizasyon, eriyen buzullardan kalan erozyon kanalları boyunca akan sular olarak meydana çıkmıştır. Herhangi bir nedenle, bazı su yolları amplifiye olmuş –daha derinden oluklar açmış—ve sonuçta kıtaların suyunu toplayan nispeten sabit nehir sistemlerinin muazzam örüntülerini oluşturarak birbiriyle bağlanmıştır.

Bazı bilim adamları gelişen bedenlerimize kılavuzluk eden kuralları içeren kompleks DNA moleküllerinin Yerküre’nin ilk günlerindeki kimyasal bir akıştan ortaya çıktığına inanmaktadırlar.

Bedenimiz, değişen bir çevreye sürekli olarak yaratıcı bir tepki vermesine olanak tanıyan kaotik, açık sistemlerle sarmalanmıştır. Örneğin beynimiz, her algı eylemiyle süptil bağlantılarını değiştirerek kendi kendini organize eder. Doğanın, kaotik biçimde kendi kendini organize etme ilkesini uygulayış biçimleri neredeyse sonsuzdur.

Düzenli olarak yaratıcı etkinliklerle meşgul olan kişiler, aynı zamanda kaosla işbirliği yaptıklarını da fark ederek, kaosun nasıl biçime dönüştüğünü görürler.

Kaos ve Yaratıcılık: Hakikat ve Kişinin Bölünmez Olanla Bağı

Biz insanlar için yaratıcılık, bildiklerimizin ötesine geçmek, nesnelerin ‘hakikati’ne ulaşmak hakkındadır. İşte burası kaosun işin içine girdiği yerdir.

Hepimiz kaçınılmaz bir şekilde toplum tarafından koşullandırılırız. Koşullanmamız açık bir kesinlikle, gerçekliğin ne olduğu ve bu gerçeklik içinde nasıl hareket etmemiz gerektiğinin görünüşte tam bir resmini ya da haritasını sergiler. Bizler rahimden çıktığımız andan beri bu gerçekliği kabul etmek ve ona göre hareket etmek üzere eğitiliriz.

Düşünce, fikir ve deneyim alışkanlıklarımız, hatta dünyanın ‘gerçekler’i, bizi aynı bildik yerde tutacak şekilde dönüp duran olumsuz geribildirim döngüleri gibidir. Bu tip sınırlayıcı döngüler gibi, olumsuz geribildirim de açıkça toplumu sabit tutmak için gereklidir, ama yaşamlarımızla ilgili her şeyin bu olduğuna inanmaya başlarsak korkunç bir şekilde sınırlayıcı da olabilirler. Hepimizin paylaştığı tehlike Pavlov’un köpekleri gibi olmaktır –zil her çaldığında tepki veren salgı bezlerimiz! Toplum da tamamen zillerle doludur.

Zihnin alışkanlıkları, yani dünya diliyle ‘bilgi’mizin varsayılan kesinlikleri, gerçeklik hakkında çarpıtma ve aldanmalar çıkarmak için çoğunlukla yeterlidir.

Hakikat’ demekle neyi kastediyoruz? Postmodern bir rölativizm kültürü içinde ‘hakikat’ sözcüğü talihsiz çağrışımlarla aşırı yüklenmiş bir haldedir. Bunu otantik bir biçimde kullanmak güçtür. Geçmişte hakikati elinde bulundurduğunu iddia edenler, bunu çoğunlukla sert yöntemlerle başkalarına kabul ettirmeye kalkışmışlardır. Ancak burada kastettiğimiz şekliyle hakikate sahip olunamaz. ‘Hakiki’ fikriyle ilgili ilk anlamlardan biri, bir şeyi dürüst ve dengeli yapan zanaatkar bağlamında ortaya çıkmıştır. Benzer bir biçimde, bir kişinin yaşamı, dürüst bir biçimde hareket etme, çarpıtılmamış olma ve şimdiki zamana otantik olarak karşılık verme duyumu içinde ‘hakiki’ olabilir. Burada ‘hakikat’ sözcüğü mutlak ya da rölatif anlamına gelmez. Bunun yerine ‘hakikat’ o an içinde yaşanmış olan ve bireyin bütünle bağını anlatan bir şeydir.

Hintli fiozof J. Krishnamurti hakikati şöyle tanımlar: “Hakikat sabit bir nokta değildir; statik değildir; sözcüklerle ölçülemez; ulaşılacak olan bir fikir, bir kavram değildir.” Hakikate giden bir yol olmadığını üzerine basarak belirtir Krishnamurti. Hakikate, disiplin ya da mantık aracılığıyla ulaşılamaz. Hakkında aynı fikirde olacağımız ya da olmayacağımız bir şey değildir. Hakikat bizi bir arada tutan şeydir; yine de her kişi kendi emsalsiz yaşamının şartları içinde onu kendi başına bulup çıkarmalıdır.

Roman yazarı Joseph Conrad hakikat ile ilgili olarak şunları yazmıştır: “Bütün kainatla birlikte, arkadaşlığın gizil hissi… Sayısız kalbin yalnızlığını kaynaştıran süptil, ama yenilmez dayanışma inancı…Conrad, hakikatin her an, her yerde (büyük şeylerde olduğu kadar, küçük şeylerde de) bulunabileceğine  inanmıştır. Ancak, dünyaya koşullanmış fikir, kanı ve duygularımızla bakmaya o kadar takılmışız ki, Conrad’ın söz ettiği hakikat biçimini, gözümüzün önünde olduğu halde, çoğunlukla göremeyiz.

An’ın hakikatini yakalamak Fransız ressam Paul Cezanne için temeldir. Konusunun önüne oturduğunda içinde uyanan hisleri tuvale aktarmak için çabalamıştır. Amacı kendi ‘fikrini’ ya da bir peyzaj veya meyve masasına dair koşullanmış düşüncelerini boyamak değil, anlık algılarının kesin hakikatinin resmini yapmaktır. Resim yaptığı süre içinde, kafasını ufak ufak hareket ettirecektir ve her yeni bakış bütün manzarayı değiştirecek biçimde etki edecek, önceden görmüş ve resme aktarmış olduklarına karşı çıkıp yeniden sorgulatacaktır. Bu yüzden tabloları ‘Cezanne’ın kuşkusu denilen şeyi meydana getiren görüş noktaların çatallanmalarından oluşur. Cezanne kendi adlandırdığı şekliyle bu ‘küçük duygulanımlar’ın dalgalanmasında, algısının hakikatinin yattığına inanmıştır. O bizi dünya hakkında gördüklerimizi ve düşündüklerimizi sürekli olarak sorgulamada yatan hakikat hareketiyle temasa geçmek için yüreklendirmektedir.

Şimdi, hakikat ile kaos bağlanmış durumda. Yaratıcı bir kuşkuyla yaşamak demek, ‘sözcüklerle ölçülemeyen’ hakikati bulmak için kaosun içerisine dalmak anlamına gelmektedir.

Girdabı Oluşturmak

1: Türbülans

Şair John Keats kaosun içine dalmayı ‘kuşkular ve belirsizlikler’e gömülmek üzere nitelendirir. Kuşku ve belirsizlikleri, yaşamdan almaya başlamış olduğumuz sınırlı serbestlik derecesi ne olursa olsun, bunu genişletmenin bir yolu olarak düşünün. Sanatçılar, şifacılar ve yaşama dair değişimler geçirenler, yeni kendiliğinden organizasyonları kışkırtabilen serbestlik derecelerini ele geçirerek belirsizliklere açılırlar. Sevilen birinin ölümü, bir boşanma, ya da kuşkulu bir dönemden geçmek acı vericidir, ama bunlar çoğunlukla bizi sözcüklerin ötesindeki keskin bir hakikat duyumuna ve yeni bir yaşam yoluna getiren deneyimlerin ta kendisidir.

Dinler tarihi, zamanını ‘çöllerde ve kırlarda’ geçiren mistikler ve bilgeler hakkındaki öykülerle doludur. Bir çok geleneksel toplumda zihnin ve bedenin iyileştirilmesi, karanlığa, kaosa ve ölüme düşüşü içerir. Yunanlı şifacılar hasta olan kişinin uyumasının ve rüya görmesinin istendiği ‘kuluçkaya yatmayı’ teşvik etmişlerdir. Bilinçli egonun kıskacını gevşetmek için düzenlenen seremonileri kullanarak, hasta olan kişi, yaşamındaki alışılmış yapılaşmalaın koyverilmesine izin vermek ve tanrılarla gizil güçlerin karanlık dünyasına girmek için cesaretlendirilmiştir. Gayri ihtiyari yapılaşmaların koyverilmesine izin vererek kendi kendini reorganize etmek mümkün hale gelir.

Amerikan yerlileri psişik anlamda kendiliğinden organizasyonu geliştirmek amacıyla vizyon arayışlarını, ya da karanlık ve aşırı ısıtılmış ter kulübelerini kullanırlar. Geleneksel psikoterapiler, hastanın kendini serbest bırakması, serbest çağrışım yapması için teşvik edildiği psikoanalitik saatin o korunaklı sandığını kullanır ve şuuraltında saklanan kaotik materyalle ilişki kurar. Bu ilksel kaosun içinden, doğru olan bir şeyler kendi kendini organize edebilir.

Yaratıcılık ter kulübesinde, belirsizliğin keşfinde, alışılmış olanın feda edilmesinde yavaş yavaş coşar. Ancak bunun kahramanca ya da heyecanlandırıcı olması gerekmez. Yaratıcılık, sorgulama türbülansının ve değiş tokuşun, ince ve yeni bir anlayışa ya da bir şeyleri ifade etmenin doğru bir biçimine can verdiği bir konuşma sırasında da açığa çıkabilir.

Bir ağaca bakarken, ağaç ‘bilgi’mizi bir anlığına gözden çıkardığımız ve belirli bir ağacın mutlak tazeliğini, dallarının kendine özgü olan dönüşünü, budaklarını ve kıvrımlarını, havanın ve ışığın yaprakları arasındaki oyununu gördüğümüzde bu gerçekleşebilir. İşte bu anda ağacın hakikatini görüyoruz demektir. Psikolog Erich Fromm’un yazdığı gibi, pek çok kişi için “alışıldığı biçimiyle gördüğümüz ağacın kişiliği yoktur. O yalnızca bir soyutlamanın sembolüdür.” Bu nedenle hakikatle karşılaştığımızda, Taocu bilge Lao Tzu’nun “Varoluş, sözcüklerin tanımlama gücünün ötesindedir. Terimler kullanılabilir, ama hiç biri mutlak değildir” derken ima ettiği şeyle de karşılaşırız. Ağacı, soyutlamanınve ‘bilinen’in ayartmasının ötesinde görmek, Cezanne gibi, kuşkulara ve belirsizliklere dalmayı ve soyutlamalarımızın ya da zihinsel yapılarımızın ölmesine ya da dönüşmesine izin vermeyi gerektirir. Bütün bunlar olduğunda, yaratıcı içgörü, beklenmedik bir hakikatin, özün ya da çevremizdeki ‘sıradan’ ve ‘bildik’ dünyanın ‘nesne’lerinin içinde bile pusuya yatmış olanın şoku veya hazzıyla bizi farkında olmadan yakalayarak, kendi kendini düzenler.

2: Çatallanma ve Amplifikasyon

Gönüllülükleri, hatta içten hevesleri nedeniyle, kaotik bir duruma girmek için yaratıcı girişimlerle meşgul olan kişilerin, hatalar, şans ve başarısızlık konusunda çağdaş toplumdan farklı bir tutumları vardır.

Yaratıcılar, tuval üzerindeki bir boya damlasının, keskinin mermer üzerinde bir kayışın, hatta iyi planlanmış bir deneydeki bir hatanın bile, bir ‘çatallanma noktası’, işin kendi kendini organize etmesini güçlendiren ve başlatan bir hakikat anı yaratabileceğini bilirler. Bu durum, hataların yanlış yanıtlar olarak çıkarıldığı, girişimlerimizden çıkan rastlantıları düzenlemeyi denediğimiz ve başarısızlığın utanç için bir fırsat olduğu olağan tutumumuzdan oldukça farklıdır.

Roman yazarı Henry James, amplifikasyonun meydana gelme noktası için ‘çekirdek’ fikrini ortaya atmıştır. Çekirdek, yaratıcı düşünce çiçeklerinin açtığı bir tohumdur.

Yaratıcılık literatürü, bir yaratıcının algı akışı değiştiğinde ve kaos kendi kendini düzenlemeye başladığında ortaya çıkan o sihirli anın –’aha!‘ anlarının– betimlemeleriyle doludur. Tamamlanmış bir yaratıcı çalışma, kişi yaratıcı etkinliğin peşine düştükçe ortaya çıkan bir çok küçük ve büyük çekirdek ve ‘aha!‘ların bir kaydıdır.

3: Açık Akış

İşimizde ve gündelik yaşamımızda yaratıcı olup, kendimizi kaosa kaptırırken bazen çatallanmalar da ortaya çıkar. Ardından, bir çekirdek tohumu, açık ve akış halindeki bir yaratılışın çiçeklerini ardı ardına sıralar.

Akış ve canlılık anları, daha öncesinde kaosun, belirsizliğin, rahatsızlığın içerisine dalmış olmanın ya da sadece ‘bilmeme’nin şoku için bir ödüldür. Kaos elbette bitmemiştir. Hala oradadır, bir nehirdeki kayaların arkasında dalgalanan ve ürettği girdabı besleyen bir türbülans gibi, sürekli olarak yaratıcı etkinliği çevrelemekte ve beslemektedir.

Kaotik açıklık fikri, binlerce yıldır, kendi kendini organize eden yaratıcılıkla ilişkili olmuştur. I Ching’in ilk hegzagramı, Ching’in yıldırımlı bir fırtınanın elektrik kuvvetiyle yüklenmiş, dinamik hareketlendirici güçleriyle bir tuttuğu ‘Yaratıcı’, yani ejder simgesi Ch’ien’dir. Ch’ien hakkındaki yorumda şöyle denir: “Enerjisi uzaydaki herhangi bir koşulla sınırlanmamış olarak betimlenir: Bu nedenle de devinim olarak düşünülür.

Sanatçılar, kendi yaratıcı parçaları içinde giderek akan bir açıklık duyumunu sürdürmeye çalışırlar. Şiirsel ve yazınsal metafor, ironi ve anlam belirsizliği –sabit yanıtlar, özdeyişler ve kesinlik arayan okurları sıkan tekniklerin hepsi—kullanmalarının nedeni de budur.

Yaratıcı açıklığın önemi, Blackfoot halkının konuşma grubunda da görülür. Kararlarını aldıkları yer olan bu grup, topluluklarının organizasyonel merkezidir, ama yeni birinin girmesi için bir boşluk bırakma konusunda her zaman dikkatlidirler. Bu boşluk, onların kendiliğinden organizasyonları içinde daima bulunan açık akışı temsil eder.

Bir kaç yıl önce, Budist keşişler Philadelphia’daki halka açık bir alanda kumdan bir tablo yapıyorlardı. Her gün bir kadın onları iş başında izlemek için geliyordu. Ama onlar tabloyu bitirir bitirmez, bu kadın ortaya koştu ve kumu tekmeledi. Organizasyonu düzenleyenler, bu çılgın kadını organizasyona almaları yüzünden, kutsal bir şeye yapılan böyle bir saygısızlıkla afallamışlardı. Halbuki keşişler, kendilerine yeniden başlama olanağı tanıdığı için kadının bu hareketini memnuniyetle karşılamışlardı. O tekme, başka bir kendiliğinden düzen için kaosun tekmesiydi.

Girdap ve Bireysellik Paradoksu

Açıklık fikri ve girdap imgesi, kaosun bir çok paradoksunun en önemlilerinden birini açığa çıkarmak için iyi bir yol sağlar.

Bir girdap ayrı ve bireysel bir oluşumdur, ama buna rağmen kendini yaratan nehirden ayrı tutulamaz. Bir girdapta, sürekli olarak akan bir hücre duvarı içeriyi dışarıdan ayırır. Bununla birlikte, duvarın kendisi hem içeride hem de dışarıdadır. Aynı durum hayvan ya da bitki hücrelerindeki zarlar için de geçerlidir. Girdap, ‘bireysel olan aynı zamanda evrenseldir’ paradoksunu ileri sürer.

Yaratıcı anlarımız –gerek bir ağaca yepyeni, bambaşka bir gözle bakmak, gerek yaşamımız hakkında yeni bir anlayışa varmak– kendi otantik hakikatimizle ilişkide bulunduğumuz, dünyadaki emsalsiz varlığımızı deneyimlediğimiz anlardır. Ancak, paradoksal olarak, emsalsiz bir varoluşun deneyimlenmesi aynı zamanda çoğunlukla kendimizin bütünden ayrı tutulamaz olduğu duygusuyla da birliktedir.

Her Birimiz Anlamına Gelen Yaratıcı Kaos

Romantikler, yaratıcı olanı dahi ve kahraman olarak betimlemişlerdir, ama kaosun bu ilk dersi yaratıcılığın herkes için elde edilebilir olduğu üzerinedir. Hepimiz egonun bir an için ölmesine izin veren bir yeteneğe erişebilir, biçimlerin ve düzenlerin sürekli olarak hareket ettiği kaotik bir zemine dokunabiliriz.

Buna rağmen, çoğumuz kendimizi yaratıcı hissetmeyiz ve ısrarla yaşamımızın pek çok alanındaki yaratıcılık etkinliklerinin önünü tıkarız. Kontrol ve güç takıntımızda, yanlışlık hakkındaki korkularımızda, egolarımızın sıkıştırılmış idaresinde, rahat bölgelerde kalma fetişimizde, basma kalıp ya da sadece uyarıcı tatminin sürekli peşinde koşmamızda, yaşamlarımızı ‘diğer insanlar ne düşünür?’ kılıfına sokmamızda, kapalı düzenlerin görünüşteki güvenliliğine bağlılığımızda ve bireyin diğerlerine ve benliğin ‘dışındaki’ dünyaya karşı azaltılamaz bir muhalefet içinde varolduğu yönündeki derinlere yerleşmiş inancımızda bunu kaybederiz.

Kaos teorisi, psikolojik perspektifimiz yön değiştirdiğinde –amplifikasyon ve çatallanma anları aracılığıyla—serbestlik derecemizin artacağını, varoluşu ve hakikati deneyimleyeceğimizi öğretir.

Çağdaş toplumun gerçekliğin merkezinde saygın bir yere koyduğu ‘benlik’ aslında sosyal bir yapı –kategori, ad, tanımlama, maske, olay ve deneyimler kolleksiyonu—sürekli değişen karmaşık bir soyutlamalar dizisidir. Bu soyutlamaların kaosuna girerek, benliğin aynı zamanda ‘benliksizlik’ olduğu , ya da başka bir deyişle, benliğin aynı zamanda dünyanın daha büyük, kaotik benliği olduğu o büyülü yere erişmiş oluruz.

Su, önünü bir kaya parçası kestiğinde ve dolambaçlı bir akıntı yolu şeklinde kendi kendini organize ettiğinde, bu biçim düzenini yaratmak için mümkün olan kaya, ağaç ve toprak materyalini kullanır. Yaratıcı etkinliğin anahtarı, elde edilebilir materyalin kendiliğinden düzenlenmesinde yatmaktadır. Bu bize, yaşamlarımızı harfi harfine yaratmamız gerektiği anlamına gelir. Su gibi biz de, elde edilebilir olan ne varsa onunla yaratıcı olmak için daima bir yol bulabiliriz.

Krishnamurti yaşamın derin ve yaratıcı biçimde takdir edilmesinin ‘yalnızca muazzam bir belirsizlik olduğu zaman’ meydana geleceğini savunur. Ancak bu belirsizliğin yalnızca bizim büyük yaşam ve ölüm hallerimizde değil, daha da önemlisi her an içinde var olduğunu kabul eder. Her an içinde, ön yargı, mekanik alışkanlıklar, tek başına kalma, değerli ego, benlik ve dünya imgeleri ve geçmişle gelecek kavramlarının koyverilmesine izin vererek psikolojik açıdan ölme fırsatına sahibiz. Bu şekilde, bizi bize can veren büyüyle temasa geçiren yaratıcı, kendiliğinden organize olan bir algı olasılığını harekete geçiririz.

Kaosun yaratıcılık dersi aşağıdaki öyküyle dile getirilir: Bir fırıncı, aylarca, yıllarca ekmek yapmak için erken kalkmış. Günlerden bir gün, müşterilerden biri yıllar boyunca almış olduğu somunların her zaman aşağı yukarı aynı göründüğünü ve aynı ağırlıkta olduğunu, ama ekmeğin daima şaşırtıcı bir şekilde sıcak ve taze bir tadı olduğunu fark etmiş. Fırıncı “Ekmek aynı görünebilir, ama yaptığım her somun yenidir; çünkü burası yaratıcılığımı ifade ettiğim yerdir.” demiş.

İşte biz de tıpkı fırıncı gibi, her sabah kaosun yaratıcılığına açılma ve yaşamlarımızı yeniden kurma olasılığına açılma seçeneğine sahibiz.