Ders 2: Kelebek Gücünü Kullanmak

Süptil Etkinin Dersi

Dünya üzerinde rol oynayan büyük güçlerle karşılaştırıldığında, kanatlarını çırpan bir kelebek fazlaca bir güce sahip değildir gibi görünmektedir. Ancak eski bir Çin atasözü, bir kelebeğin kanatlarının gücünün dünyanın diğer yanında da hissedilebileceğini söyler.

Kaos, bu atasözünün harfi harfine doğru olabileceği işleyiş biçimlerini göstermiştir. Bir metafor olarak, kaos fikri dünyadaki ve bizim bireysel yaşamlarımızdaki güç ve etki hakkında düşünme şekillerimizi değiştirir.

Amplifiye Küçüğün Gizemi

Kelebeğin gücü hakkındaki bilimsel içgörü, kaos teorisinin kurucularından biri olarak görülen bir meteoroloji uzmanı olan Edward Lorenz’in çalışmasıyla ortaya çıkmıştır. Lorenz basit bir hava tahmini modelini deniyordu. Bu model, üç veri tipini –rüzgar hızı, hava basıncı ve sıcaklık derecesi- metematiksel bir geribildirim döngüsüne yerleştiriliyordu. Bu yöntemle, o an geçerli olan hava durumunun verileri, gelecekteki hava durumunun nasıl olması gerektiğinin bir simülasyonu etrafına sarılıyordu.

Lorenz uzun bir hesaplamayı tamamlamıştı ve sonuçlarını ikinci kez kontrol etmesi gerekiyordu. Bu işlem günümüzdeki hızlı bilgisayarların olmadığı günlerde yapıldığı için, aslında altı olan ondalık hanesi yerine yalnızca üç ondalık haneye yönelik hesaplama yaparak kestirmeden gitmeye karar verdi. Bunu yaptığında yaklaşık olarak yüzdenin onda biri kadar küçük bir hatayı işin içine katabileceğini biliyordu ve yaptığı hava tahmininde benzer miktarda küçük bir farklılık derecesi olabileceğini bekliyordu.

Ancak sonuçta bu küçük yuvarlamanın ne kadar büyük bir farklılığa yol açtığını görünce şaşkına döndü. Lorenz suçlunun ne olduğunun hemen farkına vardı. Hesabının her basamağındaki sonuçlar, bir sonraki için ham veri olarak geri bildirildiği, ya da tekrarlandığında, iki veri seti arasındaki başlangıçtaki küçük fark geribildirim yoluyla hızla büyüyordu. Lorenz’in bundan çıkardığı sonuç kendisini kaos teorisinin kurucularından biri yaptı.

Hava durumu tekrar eden geribildirimlerle dolu kaotik bir sistem olduğu için, doğrusal değildir; bu da onun küçük etkilere inanılmaz duyarlı olmasını sağlar. Bu duyarlılık, sıcaklık derecesi, rüzgar hızı, ya da hava basıncındaki küçük artışların bile sistem içinde döngü yapacağı ve çok güçlü bir etkiyle sonuçlanabileceği gerçeğinden ortaya çıkar. Böylece Lorenz, Çin atasözünü tekrarlayarak, “Brezilya’da bir kelebeğin kanat çırpışı, Texas’da bir tornado başlatabilir mi?” sorusunu düşünüp taşınmaya başladı.

Lorenz’in buluşundan sonra bilim adamları doğrusal olmayan ‘kelebek’ etkilerini kendi çevrelerindeki kompleks sistemlerde görmeye başladılar: Bir kişide saman nezlesi nöbeti başlatan çok az miktarda polen tanesi, bütün bir sinir hücresi demetinin uyarılmasına yol açan küçük bir duyu tetiği, bir hisse senedinin düşmesine neden olan bir dedikodu, bir mahkum ayaklanmasını ateşleyen hızla yayılan bir şikayet. Bu iç kelebek döngülerinden herhangi biri geribildirim yoluyla bütün durumu değiştirene kadar amplifiye hale gelir.

İnsanlar tahmin gücü ve kontrol hakkında rüya görmeyi sürdürebilirler; ancak kaos teorisi bize kendi kendini organize eden sistemlerin bir çok süptil varyeteler ve renklerle bezeli sayısız ‘kelebekler’den örülü olduğunu söylemektedir. Kaos, doğada, toplumda ve günlük yaşantımızda, ‘kelebek etkisi‘ aracılığıyla hüküm sürer.

Güçsüzün Gücü

Güç takıntısı bugün çevremizi kuşatmıştır: Paranın gücü, kişiliğin gücü, zihin gücü, bilgisayar gücü, organizasyonal güç, politik güç, aşkın güzü, seksin gücü, gençliğin gücü, dinin gücü, genlerimizi ya da benlik imgemizi değiştirme gücü, ateş gücü, bir grupla diğeri arasındaki güç ilişkileri, vb… Yalnızca güce sahipsek istediğimizi yapmak ve istediğimiz olmak için özgür olabileceğimiz fikri kafalaımıza sokulmuştur. Durumu kontrol etme gücüne sahipsek, kendimizi daha güvende hissedebileceğimize inanırız. Kontrol fikri, kontrol edenle neyin kontrol edildiği arasında açık bir ayrım yaratır.

Hakikat, güç takıntımızın basit bir şekilde içimizdeki güçsüzlük duygusunun bir belirtisi olabileceğidir. Dört bir yanımızda çok sayıda kişisel olmayan organizasyonlar ve toplumsal güçler kaderimizi şekillendiriyor izlenimi vermektedir. Konuşan elektronik sistemlerin yayılması canlı bir insanoğluyla konuşmayı hemen hemen olanaksız kılmıştır. Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok gibi gözüktüğü için, bir makineye yanıt vermek için kırk beş dakika boyunca telefon tuşlarına basıp tam işlemi tamamlayacakken hat kesildiğinde öfkeden soluğumuz kesilir.

Kendimizi güçsüz hissettiğimizi söylediğimizde, kurumlarla, bürokrasiyle, sistemle, çevremizdeki güçlü kişiliklerle, hatta kendi psişemiz içerisinde gizlenen dik başlı ve değişken yanımızla dövüşmek için yeterince güçlü hissetmediğimizi kastederiz. Silahsız hissederiz.

Güçlünün dünyasında başıboş sürüklenen biz nasıl ilerleriz?

Genelde verilen yanıt şudur: “Bu gücün bir kısmını elde etmeye çalış!” 

Halbuki kaos teorisi başka bir yanıt öne sürmektedir. Kompleks ve kaotik sistemlerin –yani, doğada ve toplumda karşılaştığımız sistemlerin büyük çoğunluğunun—kesin olarak tahmin edilemeyeceğini, ya da yalnız başına kontrol edilemeyeceğini söylemektedir. Katı sistemler kolaylıkla yerinden oynatılamaz. Yine de bir kaçamak noktası vardır.

Peki, ya bir toplumu bir arada tutan sayısız küçücük geribildirim döngüsü aracılığıyla hareket edersek? Kaos bize her birimizin bu döngüler üzerinde önemi anlaşılmasa da muazzam bir etkiye sahip olduğumuzu söylemektedir. Kaos, geleneksel anlamda kontrol edenin gücüne sahip olmamamıza rağmen, hepimizin bu süptil etkinin ‘kelebek gücü’ne sahip olduğumuzu ileri sürmektedir.

Özgür ve demokratik toplumlarda yaşadığımıza inanabiliriz belki, ama hepimiz otomatizmin doğrudan deneyimine sahibiz. Şair ve şirket danışmanı David Whyte, patronun herkesin yeni iş planını 1 ile 10 arasındaki bir ölçek üzerinde derecelemesini istediği bir personel toplantısına katılan büyük bir şirketteki bir elemandan (bu kişiye George diyeceğiz) bahseder. Pek çok personel planın kötü, başarı şansının çok az olduğunun farkındadır, ama patronun istediği yanıt bellidir. Bu yüzden çalışanların büyük çoğunluğu 10 demiştir. Cesur olan bir kişi ise 9,5 demeye cüret etmiştir. George’un sırası geldiğinde, gerçek yanıt olan ‘sıfıra yakın’ demek isteği duymuş, ama o da vazgeçmiş ve 10 demiştir.

Hepimiz kaç kere 10 dedik!…

Kaos terimlerinde, otomatizm üzerinde işleyen sistemler besbelli yaratıcı ve açık sistemler değildir. Aksine, kişilerin davranışları nispeten küçük sayıdaki negatif geribildirim döngüleri tarafından baskılanır. Sayısız küçük döngüler, yaratıcı özgürlük derecelerinin bir ifadesi değildir, ama kaos bilimcilerinin ‘sınır döngüsü’ dedikleri takıntılı ve kendini tekrar eden büyük bir döngü oluşturacak biçimde kilitlenmiş mikro döngüleri temsil ederler.

Sınır döngüsü‘ sistemleri, kendi iç enerjilerinin büyük bir bölümü değişime direnmeye ve nispeten mekanik davranış biçimlerini sürdürmeye adandığı için kendilerini dış dünyanın akışından koparan sistemlerdir. Böylesi katı ve kapalı sistemlerde hayatta kalmek için, herkesin otomatizme uyarak kendi bireyselliklerinin bir bölümünü –çoğunlukla büyük bir bölümünü—terk etmesi gerekir. Bu tip sistemlerde ‘zirveye’ yükselen kişiler genellikle boş laflar sarfeden ve mekanizmayı bir arada tutan akılsız formüller kullananlardır.

Sınır döngüleri bir kişinin psikolojisinde de işleyebilir. Yaşamı boyunca aynı hataları tekrarlamaya devam eden kişiler olduğunu hepimiz biliriz. Yıkıcı bir ilişkiden, her zaman ısrarla bu kez gerçekten farklı olacağını iddia ederek, yalnızca bir diğerinin içine dalmak için kurtulur.

Sınır döngüsünün hakim olduğu sistemleri kontrol etme, ya da zararsız hale getirme girişimimiz yalnızca onları pekiştirmekle sonuçlanır. Kaotik sistemlerdeki geribildirim döngülerinin birbirine karışmışlığı, eninde sonunda daima kontrol edilecek olanın kontrol eden olduğunu ileri sürer. Kaos, bu gibi sistemlere sanki kendimizden ayrıymış gibi davranmanın gerçeğe gözlerimizi kapamak olduğunu söylemektedir.

Ancak, tekrar eden ve güç takıntısı olan sistemlerin , sınır döngülerinin bağlantılı geribildirimi içindeki gizli anlaşmalarımız tarafından bir arada tutuluyorsa, o halde bizim etkimiz de oldukça fazla olmalıdır.

Süptil Etkinin Gücü

Süptil etki, her birimizin –iyi ya da kötü amaçlı– oluş biçimimizle hayata geçirdiğimiz şeydir. Olumsuzken ya da dürüst olmadığımızda, bu durum, diğerleri üzerinde davranışımızdan kaynaklanabilecek herhangi bir doğrudan etki bir yana, süptil bir etki oluşturur. Tutumumuz ve varlığımız diğerlerinin içinde yaşadığı iklimi, soludukları atmosferi biçimlendirir. Gerçekten mutlu, olumlu, düşünceli, yardımsever ve dürüst olursak, bu durum çevremizdekileri de süptil olarak etkiler. Çocuklar söz konusu olduğunda herkes bu durumu görmüştür. Çocuklar ne söylediğinizden çok, kim olduğunuza tepki verirler.

Dünyanın bilge geleneklerinin bir çoğu bir hareketin yalnızca gelecekte diğerlerinin refahı açısından göz önüne alınmaması gerektiğini, bu hareketin aynı zamanda o anın otantikliği, kişinin kendine karşı doğru olması ve sevecenlik, aşk ve temel şefkatlilik esasına dayandırılması gerektiğini de öğretmektedirler. Olumlu kelebek gücü, her bireyin bütünün ayrılmaz bir cephesi olduğuna ve şimdiki zamanın her kaotik anının, geleceğin kaosunun bir aynası olduğuna dair bir farkındalık gerektirir.

Genel anlamıyla, olumsuz ve olumlu etkileri ayırt etmek zor değildir. Olumsuz bir söz egomuzu katılaştırabilir. Olumsuz kişiler bencillik, hırs, öfke, başkalarını önemsememe ve merhametsiz bir tutkudan oluşan bir sınır döngüsüne kilitlenmiş gibi görünmektedirler. Oysa yargılarımız hakkında gerçekten dikkatli olmamız gerekmektedir. İlk bakışta olumsuz bir etki olumluya dönmüş gibi görünebilir.

Bir gülümseme ya da nazik bir sözle kendimizi yüceltilmiş hissedebiliriz; yine de olumlu davranış eğer otantik biçimde ve iyi niyetle yapılıyorsa, sistemi yaratıcı bir şekilde açık tutmak için çalışır. 1970’lerde Kuzey Amerika’daki bir eğitim hareketi edimsel koşullama ilkelerini benimsemişti. Eğitim kuramcıları, cezalandırmanın modası geçtiği için, çocukların ‘olumlu pekiştirme’ denilen bir ödül sistemi yoluyla öğrenmeye teşvik edilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Öğretmenlerin eğitim kılavuzunda, ‘mükemmel’, ‘bugün iyi bir iş yapmışsın’ ve hatta ‘sevilmeye layıksın’ gibi güven tazeleyici ifadeler yer alıyordu. Öğretmenlere bir aynanın önünde olumlu yüz ifadelerini prova etmeleri önerilmişti. Kısacası, olumlu etki adına, öğretmenler kendi gerçek bireysel durumlarını yansıtmayan, otantik olmayan bir şekilde mekanik davranmaya zorlanmış oluyorlardı. Elbette, bir çok çocuk sistemin yapaylığını farkediyor ve büyük olasılıkla öğretmenlerinin kendilerine davranış biçimlerini küçümsüyorlardı. Diğer bir bölüm ise, öğretmenin kendilerine söylediği nötr bir sözü cezalandırmayla eşit görecek kadar övgüye bağımlı hale gelmişti.

Olumlu kelebek gücü temel bir alçakgönüllülük gereksinimiyle el ele gider; çünkü değişime yönelik anahtar, bir çok farklı geribildirim döngüsünün etkileşme biçiminde olduğu gibi, büyük bir ölçüde tek bir bireysel harekette bulunmamaktadır. Güçsüzün gerçek gücü, kendimizi belirsizliğe açma, kendimiz ve evren arasındaki sınırları bulma ve bu buluştan hareket etme sürecinde yatar. O anın hakikatinin otantik bir şekilde farkına varışımız içinde, otomatizm ve boş laflar üzerine kurulu katı sistemleri bile, alçakgönüllülükle olduğu taktirde, derinden etkileyebilme becerimiz bulunur.

Hilekar’ figürleri, yaratıcılığın ezici olasılıkların üstesinden gelebilme yolunu gösterir. ‘Hilekar’lar sistemin sınırlarının ötesini görür ve kuralları esnetirler. Bu nedenle ‘hilekar’lar katı organizasyonları ve hükümetleri rahatsız ederler. Buna rağmen bu durum bu tip organizasyonların en çok gereksinim duyduğu şeydir.

Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu, komedi üzerine odaklanan oyunları ve mitleri daha kolay benimser. Trajedi güç mücadelesiyle ilgilenirken, komedi ‘hilekar’lar, belirsizlik ve rollerin dönüşümü hakkındadır. Trajedi kaçınılmaz bir şekilde ölümle sona ererken, komedi alın yazısını aldatma, belirsizlik üzerinde oynama ve hudutlarla sınırların çaprazlama gidip gelmesi yoluyla ortaya çıkan verimlilik ve toplumun devam etmesiyle biter.

Aşılması zor bir rakiple karşılaşıldığında Doğu’nun savaş sanatı ustaları bir ‘hilekar’ın yaratıcı yaklaşımını kullanırlar. Buradaki fikir kuvvetle kuvveti eşleştirmek değil, rakibi devirme anı için zeki bir karşılık kullanmaktır. Savaş sanatçısı rakibinin güç ve kuvvetine uyum gösterir ve bir cephe taarruzunun geldiği yere döndürüleceği o kritik anda, bir kelebeğin manivela gücü değerinde bir güç uygular. İşin özü aşırı bir şiddet karşısındaki yumuşaklık ve dinginlik tutumunda yatmaktadır.

Kelebek gücü yalnızca sıradan bireylerin toplumda nasıl derinden etkili olabileceklerinin altını çizmekle kalmaz, aynı zamanda bu etkiyi olumlu bir şekilde yerine getirmek için temel alçakgönüllülüğün gereğine de işaret eder. Isıtılan tenceredeki suda görülen sabit rastgele dalgalanmalarda olduğu gibi, bizim kendi katkımızın ne kadar önemli olacağını hiç bir zaman bilemeyiz. Eylemimiz bizi kuşatan kaosun içinde kaybolup gidebilir, ya da açık ve yaratıcı bir topluluğu ayakta tutan ve tamamen dolduran bir çok döngüden birine katılabilir. Hatta nadir de olsa, bazen bütün topluluğu yeni bir hale dönüştürene dek amplifiye olabilir.

Kendi etkimizin bir etkisi olup olmayacağını, varsa bunun nasıl ve ne zaman olacağını hiç bir zaman bilemeyebiliriz. Yapabileceğimiz en iyi şey, tek bir kişinin asla değişime neden olamayacağı, ama bütün sistem içindeki değişim geribildirimini ortaya çıkarabileceğini aklımızda tutarak, hakikat, içtenlik ve duyarlılıkla hareket etmektir.

Kelebek gücü John Donne’un da belirttiği gibi “hiç kimse bir ada değildir” gerçeğinden ortaya çıkar. Hepimiz bütünün bir parçasıyız. Sistemdeki her bir element, sistemdeki diğer her şeyin yönünü etkiler.

Kelebek gücü imkansızı hesabın içine katar. İmkansız dediğimiz şey çocuklar gibi doğal olarak yaptığımız şeydi. Sonrasında ise hudutların mutlak olduğu ve imkansızın pratikten ayrı bir bölmede kilitlendiği daha katı olan kavramsal bir dünyada büyüdük. Ancak kaos teorisi bize gerçek dünyanın sürekli olarak bir akış içinde olduğunu ve herhangi bir bağlamın değişebileceğini ve değişeceğini hatırlatmaktadır. Bugün kavranılmaz olan şeyleri yapmanın bir yolunu yarın bulabiliriz.

Bu yüzden her ne kadar ‘alaycı‘ gerçekçiler insan doğasının tarihe hakim olan hırslı, ben merkezli, hiyerarşik, güç güdümlü şuurundan asla vazgeçmeyeceğini iddia etseler de kaos teorisi bu tip değişimlere kapı açmaktadır. Şuurun yalnızca kafamızın içinde kendimize özel bir şekilde ne olup bittiğiyle sınırlı olmadığını ileri sürmektedir. Şuur, hava durumu gibi açık bir sistemdir. Şuur, dil, toplum ve günlük etkileşimlerimizin hepsi tarafından şekillendirilir. Her birimiz dünyanın ortak şuurunun bir görünüşüyüz ve bu şuurun içeriği her birimizin ifade ettiği kaosun güçleriyle sürekli biçimde değiştirilmektedir. İnsan doğasının stratejileri kesin bir şekilde sabitlenmiş değildir. Kaos yoluyla bir birey ya da küçük bir bireyler grubu, bütün bir dünyayı derinden ve süptil bir biçimde etkileyebilir.”