Çoğu kez küçük rastlantılardan oluşan bir etkenin, perdelerin ardında etkinlikte bulunduğunu hissederiz. Bu etki, sadece maksatlı olarak adlandırılabilecek esrarengiz bir zekayla, çok rastgele olaylarda kendini gösterir. En yaygın anlamlı rastlantılar, görünürde rastgele fakat aslında direkt bizimle konuşan maksatlı olaylardır. Jung, böyle anlamlı rastlantılar için eşzamanlılık terimini kullandı. Kendi ve diğer kişilerin yaşamında meydana gelen rastlantıları araştırması, onu bunların şuurdışı psikolojik süreçlerle bağlantılı olduğu sonucuna götürdü. Bununla birlikte, Jung eşzamanlılığın yalnızca psikolojik tarafıyla kalmadı. Fiziksel olaylar dünyasının nedensel açıklamaları kadar nedensel olmayanları da içermek üzere, fizik yasalarının yeniden yazılması gerektiği düşüncesini geliştirmek için Pauli ilkesiyle tanınan arkadaşı ünlü kuantum fizikçisi Wolfgang Pauli’yle beraber çalıştı.
Biz de Jung gibi eşzamanlılığı ciddiye alır ve sezdirdiklerini incelemeye başlarsak, insan doğasının yeniden temelden incelenmesi, fizik evrenin doğası ve ikisi arasındaki ilişkiler yoluna sürükleniriz. Eşzamanlılığı anlama yönünde bir adım atmak için, doğanın kendisiyle ilgili olan anlayışımız kadar, zihinle ilgili geleneksel görüşlerimizi de yeniden gözden geçirmeliyiz.
Pisagor’un, rüzgarın harekete geçirdiği su dalgacıklarının anlamını okuyabildiği söylenirdi. Besbelli ki, doğada görünürde rastgele olan olayların insan hayatındaki olaylarla ortak bir doku oluşturduğuna inanıyordu. Bu bize tuhaf görünebilir, fakat eski dünyada böyle bir inanç olağandışı değildi. Kozmosun, ne kadar önemsiz görünürse görünsün değişen biçimlerde her olayın birbiriyle bağlantılı olduğu tek ortak bir dokudan oluştuğu düşüncesi, modern bilimin başlangıcına dek bizimle kalmıştır.
Klasik dönemde, örneğin, Hipokrat şöyle yazıyordu: “Tek ortak bir akış, tek ortak bir nefes alış veriş vardır. Her şey birbiriyle uyumludur. Büyük ilke, en aşırı uçlara kadar uzanır ve en aşırı uçtan büyük ilkeye, tek doğaya, varlığa ve varlık olmayana geri döner.”
—
Orta Çağ’da insanlar ne kadar küçük olursa olsun her şeyde Tanrı’nın rol oynadığı bir yaratılışa inanıyordu. Orta Çağ’ın sonlarına doğru, dünyanın aşağıda göksel küreler, yukarıda kozmosun değişik düzeylerinin ve insan ruhunun karşılıklı ‘ahenk’ ve ‘duygu paylaşımı’ ile bir araya getirildiğine inanılıyordu. Eski Çağ ve Orta Çağ dünyasının sakinleri için kozmos, bir rahmin özelliklerine sahipti — her zaman rahat olmasa da, en azından anlamlı bir biçimde, bir şeyi yaşam boyunca destekleyen, ilerilere götüren ve onu tamamen kuşatan bir rahim…
17.yüzyılda bu anlayış bütünüyle parçalandı. Parçalayan güç, mekanik biliminin acımasız darbesiydi. Mekanik bilim, evrenin mutlak bir boşlukta yüzen, birbiriyle etkileşen, küçük, boyun eğmez, katı nesnelerden (atomlardan) oluştuğu inancı üzerine kuruldu.Yeni mekanik dünya görüşü, görünürde birbirine uyumsuz görünen olaylar arasındaki ilişkileri gören eski ve daha rahatlatıcı görüşü güçlü bir biçimde iptal etti. Açık bir nedensel etki paylaşmayan rastlantıların, birbirleriyle anlamlı ilişkiler oluşturabilmeleri imkansızlaştı. Bunun yerine, eşzamanlı denilen olaylar, düzgün bir biçimde karıştırıldıktan sonra tesadüfen birbirinin yanına gelen veya bir poker elinde ortaya çıkan deste kağıtlarının ilişkilerini ancak paylaşabilirdi. Ruhsal olandan mekanik olana doğru olan bu geçiş, insanların evreni açıkladıkları temel mitte bir değişiklik anlamına geliyordu.
—
Mekanik 17.yüzyıl bilimi, sadece gününün resmi bilimini dönüştürmekle kalmayıp, aynı zamanda her kişinin şuurdışı olarak içinde taşıdığı dünya haritalarını da değiştiren yeni mitleri beraberinde getirdi. Sonuç yeni ortaya çıkan fizik, astronomi, kimya ve tıp için bir hayli başarılı olurken, bireyin kozmosa bir bütün olarak ait olma ve kozmosla ilişkili olma duygusu için yıkıcı oldu. Sonunda toplum ve hatta insan doğasının kendisi benzer çizgilerle yeniden yapılandı. İnsanlar, yalnızca direkt temasın mümkün olduğu yerlerde birbirleriyle ve doğal dünyayla bağıntılı, birbirinden ayrı ve farklı nesneler olarak görülmeye başlandı. Eski duyumsal uyum düşünceleri sadece batıl inanç statüsüne indirgendi.
Zaman geçtikçe, insan doğası artan bir biçimde yeni bilimin gözleriyle görüldü. İnsanlar atomların özelliklerini edindiler. ‘Atom’ kelimesi, ‘bölünemez’ demektir. Bu anlamıyla, parçalanamaz ve ayrıştırılamaz. Eğer gerçekten bir iç kısmı varsa, bu kısma ulaşılamaz. Benzer biçimde, insanlar da artan bir ölçekte içsel yanları olmayan varlıklar olarak görülmeye başlandı ve mekanik bilim tarafından tamamen dış güçler tarafından harekete geçirilen nesnelere indirgendi. “İçeride hiç bir şey yoktu!”
—
Mekanik bilimin tasvir ettiği evren bütünüyle önceden bilinebilir. Her şey nedensellik yasalarıyla açıklanır. Hiç bir ‘kayma’ yoktur. İlk önce, Tanrı’nın bütün süreci zamanın başlangıcında başlattığı, sonra da evrenin iyi kurulmuş bir saat gibi kendi başına hareketine devam ettiği varsayıldı. Bununla birlikte, sonunda Tanrı düşüncesi gereksiz görüldü ve bırakıldı. Napoleon Bonapart, Laplace’a o zaman adet olduğu üzere neden Tanrı’ya bir matematik inceleme ithaf etmediğini sorunca, Laplace sadece şu cümleyle cevap verdi: “O hipoteze ihtiyacım yok.”
Sonuç, evrenin mekanik bir mitosuydu. Bu mitos kendisini huşu veren sade bir güzellikle sunar, fakat aynı zamanda günlük yaşamın küçük olayları hakkındaki hayranlık duygumuzdan bizi yoksun bırakır. Olağandışı rastlantılar, önemsiz konulara indirgenir.
Yine de mitos takdire değer biçimde başarılıydı. Hatta 19.yüzyılın sonunda bir çok fizikçi, bütün temel keşiflerin yapıldığına inanmaya başlamıştı. Bazıları, fiziğin geleceğinin sadece mevcut verilere daha fazla ondalık hane eklemek olduğunu düşünüyordu. Günün ünlü fizikçisi Lord Kelvin, ufukta sadece “iki küçük karanlık bulut” görmüştü. Bunlar, ısının ve ışığın mekanik açıklamalarındaki ‘küçük’ deneysel tutarsızlıklardı.
Bu yüzyılın ilk on yıllarında, sözü geçen “iki karanlık bulut”un anlamının açılmaya başlaması ise Newton fiziğini kullanışlı br kurguya indirgedi.
Yeni Fizik
Bu yüzyılın ilk on yıllarında, bu deneysel aykırılıkların bütün anlamı, Albert Einstein’in genel rölativite teorisinin, bir kaç yıl sonra da Werner Heisenberg’in tamamlanmış kuantum teorisinin yayınlanmasıyla açığa kavuştu. Bu kuramlar ve bunları doğrulayan deneysel çalışmalar bir araya getirildiğinde, Newton fiziğinin varsayımlarının realiteye sadece yaklaşabildiği ortaya çıktı.
Rölativite ve kuantum teorileri şimdi yeni bir mitos, yeni bir gerçeklik yapısı yaratma sürecindedir. Bu mitos popüler biçimiyle ‘yeni fizik’ olarak adlandırılır. Bu deyim öne sürdüğü açık varsayımlar dizisinden çok, mitolojik yapısıyla ilgilidir.
Kuantum fizikçisi David Bohm’a göre, hem rölativite hem kuantum fiziği ortak ‘bütünlük’ perspektifini paylaşmaktadır. Rölativite, uzayı katı atomlar arasındaki boşluk bölgesi olarak görmez. Bu da bizi, evrenin sürekli ve kesintisiz bir dokuma olduğu görüşüne geri götürüyor. Atomlar bu dokumanın özel yerel özellikleridir. Kozmos bir bütündür, bir boşluk değildir –tıpkı bir resmin kendisiyle dolu olduğu gibi, evren kendisiyle doludur.
Kuantum teorisi ‘holistik’tir. Bütün eylemi sürekli ve kesintisiz olarak görür. Örneğin, bir kaç atom partikülünü içeren bir deney, tek ve bütün bir süreç olarak ele alınır. Partiküllerin tek tek varlıkları yoktur; sadece toplam deney olayına katkıda bulunurlar. Teorinin ele aldığı şey durumun tümüdür.
—
Bu anlayış eşzamanlılıkla kozmosun mekanik modelinden daha uyumludur. Eşzamanlılığın kendisi bütünlüğü, bu nedenle de nedensel olarak bağlantısız olayların ilişkilerini ima eder.
Kuantum teorisinde, görünüşte ayrı ayrı olayların tecrit edilmiş şekilde meydana gelmediği, aslında ortak bir dokümanın içine örülmüş parçaların oluşturduğu kesintisiz bir dokuma olan dünya görüşünü yeniden elde ediyoruz.
Newton’un kozmosu, çaba gerektirmeden ebediyyen işleyen kozmik bir saat, büyük bir göksel makine olarak kolaylıkla tahayyül edilirdi. Oysa rölativitenin kozmosu daha karanlık. Sezgilerimiz için açık üç boyuttan ibaret olmayıp, dört boyuta sahip. Ayrıca zamana, uzaklıkla eşit bir statü veriliyor. Kuantum teorisi bize kesinlikle görsel şapkamızı üzerine asabileceğimiz bir şey vermiyor. Olasılık dalgaları varsayımları, belirsizlik ve tamamlayıcılık ilkeleri, aynanın içinden bakmaya benziyor.
Klasik öncüllerinden farklı olarak kuantum fiziği, olayların sonuçlarının önceden sabit ve değişmez yasalar tarafından belirlenmediği açık bir dünya görüşü sunuyor. Kuantum tahminleri hiç de kesin deneysel sonuçlar vermiyor; bunun yerine farklı olasılıklar içeren bir sonuçlar alanı söz konusu. Bizi Newton fiziğinin verdiği kesin bilgiden yoksun bırakan kuantum fiziğinin bazı yorumcuları bu belirsizlikten hayıflanıyor.
Einstein’in kendisi “Tanrı evrende zar atmaz!” diyerek olasılık kavramına şiddetle karşı çıkmıştı. Einstein burada, kelimenin tam anlamıyla, doğa yasasının Tanrı’nın tutarlı davranışına bağlı olduğu fikrini işaret ediyor. Bununla beraber farklı görüşler de mevcut. Sistemler fizikçisi Erich Jantsch, Newton’un kozmosunda eksik olan açıklığı sağlayacak olan şeyin kesinlikle kuantum dünyasının bu belirlenemez karakteri olduğunu iddia etmiştir. Evren, her an beklenilmeyen, yeni ve hatta yaratıcı şeyleri içerir.
Yaratıcılık
Eşzamanlılık deneyiminin kalbine, hiç bir şey dünyanın kendisinin de eşzamanlı rastlantılarla yaratıcılık ifade ettiği duygusundan daha yakın değildir. Böyle rastlantıların fizikten çok şiir duygusu vardır. Rüyadaki böceğin tartışılması esnasında Carl Jung’un penceresine gelen böceği hatırlatıyor. Kişi rastlantının örtüsünün arkasından bakan, belirsiz bir biçimde görülen muzip, şakacı bir Tanrı’nın mitik yüzünün veya perde arkasında duran bir hilekarın ya da şaklabanın anlamını keşfediyor. Burada eşzamanlılığın anlamı konusunda ana ipucunu yakalıyoruz –bu da, örneğin Yunan tanrısı Hermes’de cisimleşen, kendisini ilahi bir hilekarın mitsel teması yoluyla ifade eden rastlantı düşüncesidir.
Belki de kuantum fiziğinin doğası, kendi yaşamlarında paradoks ve belirsizlikleri hoşgörüyle karşılayan bir çok kuantum fizikçisinin belirli bir istekliliğiyle ilişkilidir. Niels Bohr, nasıl gözlemlendiklerine bağlı olarak, partiküllerin dalgalar, dalgaların da partiküller olduğu tamamlayıcılık ilkesini öneren kişidir. Benzer biçimde, insan durumlarının da karşıt ve tamamlayıcı taraflarının olduğu inancını günlük yaşamına geçirdi.
—
Bohr gibi, Wolfgang Pauli de kuantum fiziğini kuran bilim adamlarından biriydi ve kendi yaşamında yaratıcı rastlantıların fazlasıyla farkındaydı. Pauli, Avrupa fizikçileri arasında mizahi bir biçimde ‘Pauli Etkisi’ olarak anılan fenomenden dolayı iyi tanınıyordu –Pauli’nin sadece varlığı, karmaşık bilimsel sistemlerin tutukluk yapmasına yetiyordu!
Kendisi de tanınmış bir fizikçi olan George Gamow şu olayı anlatır:
Olay, Profesör J.Franck’ın Gottingen’deki laboratuarında meydana geldi. Bir öğleden sonra, görünüşte bir neden olmadan, atom olaylarını araştırmada kullanılan karmaşık bir alet bozuldu. Franck bunun hakkında, Zurich’teki adresine, Pauli’ye mektup yazdı. Bir süre sonra, Danimarka damgalı bir zarfla cevap geldi. Pauli mektubunda, Kopenhag’da Bohr’u ziyaret etmeye gittiğini ve Franck’ın laboratuarındaki aksilik sırasında treninin Gottingen’deki istastonda bir kaç dakika durduğunu yazıyordu.
Gamow şöyle yorumluyor: “Bu hikayeye inanır ya da inanmazsınız, ama Pauli etkisinin gerçekliğiyle ilgili pek çok gözlem var.”
Uygarlığın Ruhu
William Irwin Thompson, tarihin uygarlığın egosunun, mitin ise uygarlığın ruhunun hikayesi olduğunu söylüyor. Günümüz uygarlığını egosu hala Newton çağına bağımlıdır. Teknolojinin resmi temsilcileri mutlak nedensellik ilkesinin dilini konuşmaya devam ediyor. Bununla birlikte, uygarlığın ruhu değişiyor, eski mitler dağılıyor. Bundan sonraki mitolojinin edineceği biçim hakkında, büyük mitolog Joseph Campbell şunları söylemiştir:
Mitoloji ideoloji olmadığından, geleceğin mitolojisini önceden bilme olasılığı, birisinin bu geceki rüyayı bilme olasılığı kadardır. Bu, beyinden yansıtılan bir şey değil, fakat gönülle ve doğanın görünümlerinin arkasındaki ya da içindeki benzerliklerin tanınmasıyla yaşanılan, ‘sen’ sevgisiyle kavranılan, aksi halde sadece ‘nesne’nin varolacağı bir şeydir.
Hint Kena Upanişad’larında asırlar önce ifade edildiği gibi, “Bu, yıldırımla parıldayıp birinin gözlerini kırpıştıran ve ‘Ah’ dedirtendir ve bu ‘Ah’ tanrısallığı işaret eder.”
—
Bütün bundan, geleceğin mitolojisinin yapısını önceden belirleme çabalarının başarısızlığa mahkum olduğu görülebilir. Yine de, bazı geniş mitsel konular, ana hatlarını çizecek kadar açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bunlar, birinci olarak engin bütünlük fikrini, ikinci olarak temel bir seviyede hepimizin birbirimizle bağlantılı olduğumuz fikrini, üçüncü olarak yaşamla dolu evren kavramını ve dördüncü olarak da, kozmosun doğasında yaratıcılığın temel olduğu düşüncesini içeriyor.
Modern fizik için en önemli olan ‘bütünlük’ fikri, kültürümüzün ana mitsel konusu olarak ortaya çıkıyor. Evrenin birbirine örülmüş ve evrimleşen bütünlerden oluşan görüntüsüne, ‘bütün’ anlamına gelen Yunanca ‘holo’ sözcüğünün ardından ‘holizm’ denildi. Holizmin birbiriyle bağlantılı konularından biri de, her şeyin birbiriyle ilişkili olduğu Orta Çağ düşüncesine dönüştür. Bu fikir modern ifadesini biyolog Rupert Sheldrake’in “morfik alanlar” kuramında buluyor. Morfik (biçimlendirici) alanlar, uzayın ve zamanın bilinen sınırlarının ötesinde karşılıklı tesir ağları oluşturan titreşim şebekeleridir. Sheldrake’in düşünceleri, eski duyumsal uyum kavramını anımsatır.
Popüler kültür düzeyinde mitsel karşılıklı ilişki düşüncesi, ‘Yüzüncü Maymun’ hikayesinde görülebilir. Bu hikaye, geniş ölçüde güvenilir görülmemesine rağmen, kültürel bir mesel statüsüne yükselmiş, dikkatsizce rapor edilmiş bir dizi bilimsel gözleme dayanır. Hikaye, Japon hükümeti tarafından bakılan kolonilerdeki bazı maymunlarla ilgilidir. Biyolog Lyall Watson ‘Şuurun Biyolojisi’ adlı kitabında, bir çaya batırarak taze patateslerin kumunu nasıl temizleyebileceğini keşfeden Imo adında genç ve enerjik bir dişi maymundan söz eder. Imo diğer maymunlara da bunu öğretir ve yetenek yavaş yavaş yayılır. Bir noktada yayılma hızı ‘kuantum sıçrayışı’ noktasından geçer ve maymunların hepsi birdenbire aynı şeyi yapmaya başlar. Watson şöyle yazıyor:
“Tartışmanın hatırı için, patates yıkayanların sayısının 99 olduğunu ve Salı sabahı saat 11’de bir patates yıkayıcının daha gruba eklendiğini söyleyelim. 100. maymunun eklenmesi bir şekilde sayıyı kritik bir kitlenin ötesine taşımıştır; çünkü akşam olmadan kolonide hemen her maymun patates yıkamaya başlamıştı. Bununla da kalmayıp, alışkanlık doğal engelleri aşmış ve diğer adadaki bir kolonide de ortaya çıkmıştır.“
Watson’un kendisinin bu hikayenin sağlam bir gözleme dayanmadığını kabul etmesine rağmen, bir ‘bütünlük’ hikayesi olarak cazibesi güçlüdür ve defalarca anlatılmıştır.
Mitsel bütünlük konusuyla ilgili diğer bir boyut da evrenin yaşamla dolu olduğu duygusunun geriye dönüşüdür. Canlı ve gelişen bir süreç anlamını taşıyan, gittikçe daha kompleksleşen bütünlerin evrimini vurgulayan Smuts’ın “holistik kozmos” görüşü organiktir. Elbette böyle bir süreç, Newton’un acımasız ve değişmeden ebediyyen çalışan makine görüşüne karşıttır.
Kozmosta canlılık duygusunun geriye dönüşü, beraberinde yaratıcılık imkanının geriye gelişini de getiriyor. Smuts’ın holizm tasavvuru, karmaşık bütünlerin evriminde ortaya çıkan yeni ve beklenmedik şeylerin düşüncesini içeriyordu. Smuts’dan bile önce yüzyılın başlangıcında Fransız filozof Henry Bergson evrim sürecinde ortaya çıkan yaratıcı unsurlar olarak ‘gelişen formlar’ düşüncesini öne sürmüştü. Gördüğümüz gibi, benzer bir fikir kuantum fiziği tarafından da benimsenmişti. Bu, her yeni anda beklenmedik olayların ortaya çıkmasına izin veren bir açıklıktı.
David Bohm günden güne yaşadığımız sıradan realitenin altında yatan holistik kuantum sürecini tanımlamak için “örtülü düzen” terimini kullanıyor. Bir söyleşisinde bütünsellik ve yaratıcılık hakkında Bohm şöyle der:
“Bütünlük kavramının tümü –yaratıcı bütünlük—bu örtülü düzenin değişmez parçası olarak kurulmuştur. Bu, bizim kendi zihinsel sürecimizdeki yaratıcı sezginin parıltısına benzer. Örtülü düzenin genel akışı, şuurda meydana gelenlerle doğadakiler arasında temelde biçim bakımından bir fark olmadığını ima ediyor. Bu nedenle, düşünce ve maddenin büyük bir düzen benzerliği vardır. Sahip olduğumuz yaratıcılığın ve sezginin doğada paralelleri olduğunu söyleyerek bu fikri daha da genişletebiliriz.“
Bohm’un zihinsel ve fiziksel süreçleri ilişkilendirmesinde, bütünlük, yaşam ve yaratıcılık duygusunun fiziksel evrene geriye döndüğünü görmeye başlıyoruz. Bu kozmosun kendisine beşeri anlamı beraberinde getiren bir anlayıştır. Bu kozmosta rahatlık duyarak, kendimizi tanımaya başlıyoruz. Mekanik bilimin yükselişinden önce de doğru olduğu gibi, insan ruhu için anlamlı terimlerle dünyanın geniş boyutları yeniden yaşanılıyor. Bu tecrübenin dili, şuurla şuurdışı arasındaki boşluğu kapatan, hem zihnin içinde hem de her birimizin günlük hayatlarımızı yaşadığımız geniş dünya içindeki anlamla dolu olaylardan söz eden mitin dilidir.
—
İstatiksel sapmalarda önemini yitirip, beşeri anlamından yoksun kalmaması için, eşzamanlılık bu bütünlük bağlamı içinde anlaşılmalıdır. Mitin kendisi gibi, eşzamanlılık da şuur ile şuurdışı, zihin dünyasıyla nesnel olayların arasındaki boşluğu kapatıyor. Bu nedenle, sonunda eşzamanlılığın en iyi mitin diliyle kavranılması şaşırtıcı değildir.
Mitolojik karakterlerin rastlantı ve eşzamanlılıkla en çok ilişkili olanı, iyiliğin veya kötü talihin taşıyıcısı, sadece gözünün parıltısından tahmin edilebilecek olay örnekleriyle, zamanın kumlarını karıştırıp memnuniyet verici ve mutsuz olayları bir araya getiren ‘Hilekar’dır.