Fizik Alanında Eşzamanlılık

Kesintisiz Süreç

Eşzamanlılığın öne sürdüğü bütünlük, zamanda ve mekanda tecrit edilen olayların anlamlı ilişkilerinde yatar. Böyle bir kozmos, evreni nesnelerin, güçlerin ve enerjilerin gevşek bir biçimde toplanması olarak gören klasik mekanik fiziğe uymuyor.

20.yüzyılın başında klasik fizik dünyası, düşünülebilecek en güçlü maddeden oluşuyordu: Fizik dünyanın temeli olan nüfuz edilemez atomlar. Bu atomların her birinin yeri, Descartes geometrisinin üç boyutlu uzayında tamamen sabitti. Bununla birlikte, birkaç yıl içinde fizik dünyası temellerinden sarsıldı. Duvarlarının atomları soyutlamalarla eriyip gitti ve sonradan bunlar matematikçilerin kara tahtalarına yazılan olasılıklar oldular. İşgal ettikleri uzay eğildi, büküldü ve hatta ‘kurtçuk delikleri’ ile doldu. Bir yandan Einstein’in genel rölativite teorisi, diğer yandan da kuantum teorisi tarafından saldırıya uğradı. Yeni teorilerin her ikisi de, farklı biçimlerde olmalarına rağmen kozmosu bölünmeyen bir bütün olarak görmemizi sağladı.

Einstein’la başlayarak bütün kozmos bölünemeyen bir alan oluyor. Atomlar ve yıldızlar gibi nesneler evrenin yerel yoğunlaşması görülüyorlar. Suyun üzerindeki girdapları düşünün. Her biri yüzeyin belirli bir parçasına eşşiz bir biçim veren dengeli bir çevrim hareketinden ibarettir. Böyle girdaplar birbirleriyle etkileşip yeni ve daha geniş girdaplar oluşturmak için birleşmelerine rağmen, kendi başlarına ayrı bir varlıkları yoktur –suyun yerel özellikleridirler.

Genel rölativite teorisinden farklı olarak kuantum teorisi, nesnelerin varlığıyla değil, eylemler ve olaylarla uğraşır. Teoriye göre sadece olayların gerçekliği vardır ve bunların hepsi yakından birbiriyle bağlantılıdır. David Bohm’a göre “Bütün evren, içinde mevcut ayrı ve bağımsız parçaların analizinin temel bir statüsünün olmadığı, tek ve bölünmez bir bütün olarak anlaşılmalıdır”.

Holografik Düzen

Eşzamanlılıkla en fazla duyguyu paylaşan modern fiziğin dünya görüşü, şimdi Bohm’un geliştirdiği holografik düzendir. Üç boyutlu koordinat sisteminde ayrı yerleri işgal eden nesnelerin ve olayların biçimsel haritası olarak imgelenebilecek, Descartes’den miras alınan kozmosdan farklı olarak Bohm, kozmosu bir hologram olarak tasavvur ediyor. Görüşü, nedenselliğin sınırlarının ötesinde ayrı fakat birbirleriyle bağlantılı olan olayların yaratılmasına izin veren köktenci bir holizmdir.

Hologram, holografik bir levhadan yapılır. Normal ışık altında bakıldığında, böyle bir levha, üzerine gereğinden az ışık düşürülmüş fotoğraf negatifine çok benzer. Lazer ışığı gibi özel ışıklandırma koşulları altında bakıldığında ise, açık bir pencere görüntüsü oluşur. Gerçek bir pencerenin herhangi bir bölümünden baktığımızda, ötelerdeki manzaranın bütününü görebileceğimiz gibi, bir hologram da tüm manzarayı içerir, ya da Bohm’un terimini kullanırsak manzara hologramın her parçasına görsel olarak katlanmıştır.

Hologramın önemli özelliği, her parçanın bütünü içermesi veya bütünün her parça içinde katlanmış olmasıdır. Kozmik çapta olan Bohm teorisinde bunun anlamı, dünyanın her bir bölümünün, kendi içine gizlenmiş (katlanmış) olarak evrenin tümünü içermesidir. Modern bilim için yeni olan bu düşünce, dünya mistik şiirinde iyi bilinir. ‘Gizem Bahçesi’ adlı şiirinde sufi mistiği Mahmut Şabistan şöyle ifade ediyor:

bilin dünyanın baştan ayağa bir ayna olduğunu,
vardır atomda yüzlerce parlayan güneş.
yararsan bir su damlasının kalbini
çıkar ondan yüzlerce saf okyanus…
gözünün bebeğidir gökyüzü.
bir tahıl tanesi kadar küçük olsa da gönlün,
yeridir orası, her iki dünyanın Rab’binin.

Işık dalgalarının etkileşiminin oluşturduğu model, holografik bir plaka üzerine yüklendiğinde hologram meydana gelir. Büyük bütünsel imajları küçük parçalar içerisinde katlayabilme kapasitesi, böyle etkileşim modellerinin karakteristiği olarak görülüyor. Bunun bir örneği, bir çakıl taşı attıktan bir kaç saniye sonra bir havuzun yüzeyinde görülen dalgacık hareketleridir. Bu dalgacıklar genişledikçe, duyun yüzeyinde birbiriyle kesişen, her biri taşın düştüğü kendi kaynağından yayılan karmaşık şekiller oluştururlar. Havuzu anında dondurabilseydik, yüzeye çarptıklarında oluşan orijinal şekillerini yeniden yaratacak dalga örnekleri, süreci tersine çevirmek için gerekli bilgiye sahip olacaktı. Burada, düşen çakıl taşlarının biçimlerinin, dalgacık örneklerinin içinde katlandığını söyleyebiliriz. Su dalgacıkları yerine ışık dalgalarını kullanarak hologramın yaptığı da tam olarak budur.

Büyük çapta kozmosu da, yayılan, birbirine nüfuz eden, baştan başa karmaşık etkileşim modelleri yaratan büyük bir ışık havuzu olarak hayal edebiliriz. Bu modellerin bazıları nispeten dengeli görünebilir, diğerleri böyle olmayabilir veya hareket halinde dengeli bir biçim görüntüsü verebilirler. Bu, Bohm’un holografik evren kavramının gönlünde yatan ‘holohareket’tir.

Bohm, katı nesneleri gerçeğin önde gelen unsurları olmaktan çok, “holohareket“ten doğan dalga titreşimlerinin sabit modelleri olarak görüyor. Einstein’in genel rölativite teorisinde nesneleri uzay-zaman sürekliliğinin dengeli biçimleri olarak tanımlaması gibi, Bohm da nesneleri dengeli eylem modelleri olarak değerlendiriyor. Bu gerçeklik görüşüyle Bohm, rölativiteyi modern fiziğin diğer büyük köşe taşı olan kuantum teorisiyle birleştirmeyi hedefliyor.

Bohm’a göre evrenin aslında iki yüzü, daha keskin konuşmak gerekirse, iki düzeni var. Bunlardan biri günlük realiteden bildiğimiz fizik realiteye karşılık olan ‘açık düzen’, diğeri daha derin ve temel olan Bohm’un ‘örtülü düzen’ dediği düzendir. ‘Örtülü düzen’ engin bir “holohareket“tir. Zamanda ve uzayda zaman zaman kendisini açığa çıkardığında biz bu hareketin sadece yüzeyini görüyoruz. ‘Açık düzen’ olarak dünyada gördüklerimiz, açıldıkça kendini gösteren ‘örtülü düzen’in yüzeyinden başka bir şey değildir. Kozmosun umduğumuzdan daha farklı ve daha büyük imkanları içerdiğini bize göstermesinden dolayı, eşzamanlılık anlayışımız için ‘örtülü düzen’ düşüncesi önemlidir.

Biçimlendirici Neden

Rupert Sheldrake, farklı organizma türlerinin her birinin kendi eşsiz, karakteristik biçimine nasıl geliştiği konusuna özel ilgisi olan bir biyokimyacıdır. Bu ‘morfogenetik’ in ya da organizmalarda karakteristik, belirgin biçimlerin meydana gelişinin araştırılmasıdır. Sheldrake’in ana düşüncesi, canlı bir organizmanın gelişmesinin, bir tür holistik alan ya da güç (enerji) tarafından kontrol edildiğidir.

Böyle bir düşünce yeni değildir. Oluşum ilkesi fikri, bu dünyanın “daha az yetkin” formlarına modellik hizmeti gören, kendi yüksek realitelerinde var olan, Platon’un ‘ideal biçimleri’ne dek izlenebilir.

Platon’un ‘ideal biçimler’ kavramındaki sorun, yüksek düzenli bu biçimlendirici ilkelerin, doğada görülen evrimsel değişime uymayan katı ya da durağan bir niteliğinin olmasıdır. Oysa Sheldrake’nin biçimlendirici ‘morfik’ alan önerisi aynı zamanda değişime açık bir modele göre form oluşumu sağlıyor.

Morfik alan doğanın bir tür alışkanlığıdır. Belirli bir form meydana geldiğinde, bunun tekrar oluşması olasıdır. Sheldrake, morfik alanların düşünce veya davranışla ilişkili beyin faaliyeti modellerini de etkilediğine inanıyor.

Aksamını değiştirmeden, radyo üzerinde etkide bulunarak, yayına belirgin biçimini veren ses dalgası gibi, morfik alan da embriyolojik gelişmede DNA molekülü üzerinde etkide bulunur. Radyo dalgasının önemli bir yönü, radyodan sesi oluşturmak gerekli enerjinin çok azını sağlamasıdır. Benzer bir biçimde morfik alanlar da, doğa üzerinde canlı etkiler meydana getirmek için az bir enerjiye gereksinim duyarlar. Bu önce tuhaf bir fikir gibi görünebilir, fakat doğada bir çok süreç en küçük enerji miktarından kolayca etkilenen mikro düzeylerde başlar.

Büyüyen güller ve zambaklar arasındaki farkı düşünün. Baştaki embriyonik moleküler olaylar esnasında mümkün olan en küçük güçler, daha sonraki gelişmelerde birbirlerini çekebilirler. Bu aşamada konu enerji sorunu değil, bilgi sorunudur. Gülün genetik kodu, zambağınkinden daha farklı bilgi içerir ve Sheldrake’in dediği gibi farklı bir morfik alanı temsil eder. Benzer bir örneği, çok küçük enerji düzeylerinde başlayan ve sinir sisteminin geniş alanlarını içeren beyindeki elektrik faaliyeti için de verebiliriz. Gerçekten, sinir sistemi morfik alanların çok ince tesirlerini aramak için en doğal yerdir.

Sinir sistemi üzerinde etkisini ortaya koyan morfik alana ‘motor alan’ denir. Motor alan, bir şahinin gölgesini gördüğünde, saklanmak için koşan küçük hayvanların eğilimleri gibi, genetik olarak programlanmış davranışları meydana getirmede önemli olabilir. Motor alanlar, öğrenmeyi ve hafızayı açıklama için de yeni bir model sağlayabilirler; yani hatıralar, geçmiş tecrübelerle kurulan motor alanlara eşittir. Bir kişinin bireysel hatıralarının onun eşsiz sinir sistemi ile uyumlu olması gerekmesine rağmen, bu bir kişinin deneyiminin diğerlerini etkileyebileceği anlamına gelir.

Gerçekten de bir şey bir kere öğrenildiğinde, daha sonra bir başka kişi tarafından daha kolay öğreniliyor. Bir düşünce veya davranış modeli, daha önceden meydana getirilmişse, daha kolay ortaya konuluyor. İlginçtir, bu teori bütün insanlığın paylaştığı, evrensel imajlar ya da temalar olan, Jung’un “psikolojik arşetip” kavramının ilk bilimsel, makul açıklamasını veriyor. Jung arşetiplerin, tarihsel zamanının çok uzun dönemleri boyunca inşa edildiğine inanıyordu, bu morfik alanların oluştuğu söylenilen süreçle çok uyuşmaktadır. Sheldrake, ‘morfik titreşim teorisi’nin, Jung’un “kollektif şuur dışı” kavramının, yani arşetiplerin, kökten doğrulanmasına yol açacağını ifade etmiştir.

Morfik alanlarla eşzamanlılık arasında olan bağlantıyı, iki veya daha fazla bilim adamının ya da matematikçinin, birbirinden bağımsız, neredeyse aynı zamanda çok benzer keşiflerde bulunması olayında görebiliriz. Bunun en mükemmel örneği, İngiltere’de Isaac Newton ve Almanya’da filozof, bilim adamı ve matematikçi C.W. Leibnitz tarafından aynı zamanda geliştirilen hesaplama metodudur. Newton, Leibnitz‘in çalışması hakkında hiç bir şey bir şey bilmiyordu ve gerçekte daha kullanışsız matematik bir yöntemle yetinmişti. Böyle rastlantılar sık sık kültürel koşullara atfedilir. Bu bir çok örnekte doğru da olsa, bazı olayları açıklamada yetersiz kalıyor.

Morfik alanların varlığıyla açıklayabileceğimiz anlamlı rastlantıların diğer örnekleri, daha çok yaygın fakat daha az etkileyicidir. İki veya daha çok kişinin, birbirlerinin farkında olmadan, aynı zamanda benzer şeyleri düşündükleri ya da yaptıkları daha sık görülen durumları içerirler. Örneğin, tam siz onu aramayı düşündüğünüzde, bir arkadaşınız sizi arar.Ya da tam bir şeyi düşünmeye başlarsınız, yakınınızdaki bir kişi sizi bu dertten kurtaracakmış gibi, aynı konu hakkında konuşmaya başlar.

Sheldrake’in teorisini desteklemek için sık sık sözü edilen olay, daha önce bahsi geçen ‘Yüzüncü Maymun’ hikayesidir. Ancak bu hikaye bilimsel açıdan fazla bir değer taşımıyor. Benzer nitelikte güvenilir bir olaydan ise Sheldrake’in “The Presence of the Past” (Geçmişin Varlığı) adlı kitabında bahsedilir. Küçük bir İngiliz kuşu olan baştankaranın öğrendiği basit bir davranışın yayılmasıyla ilgili iyi belgelenmiş bir olaydır.

Bu kuşların bir kaçı, insanların evlerine teslim edilen süt şişelerini gagaları ile delerek açıyor ve kapaklarını geriye doğru çekerek sütü içiyordu. Beş santimetre kadar sütü içebiliyor ve bazen de sütte boğulmuş olarak bulunuyorlardı. Dağıtım kamyonlarını izleyen ve şoför sütleri teslim ederken şişelere kırarak giren baştankara kuşlarının raporları da olmuştu. Bu olay ilk 1921’de, İngiltere’de Southhamton’da rapor edildi ve yayılması, düzenli aralıklarla 1947 yılı boyunca, Hollanda, Danimarka ve İsveç’te olduğu kadar İngiltere, İskoç ve İrlanda’nın bir çok yerinde kayıt edildi.

Olayın, sadece taklit etmeyle olduğu biçiminde geleneksel bir açıklaması mümkün olmakla beraber, bazı gerçekler, bu davranışın yayılmasında morfik alanların aktif rolünün lehine kanıtlar sunuyor. Birincisi, baştankaralar beslenme yerlerinden fazla uzaklaşmayan kuşlardır, oysa süt şişelerini açma alışkanlığı, Avrupa’ya yayılması dahil, daha önce söylenen yerlerden millerce uzak birkaç yerde birden ortaya çıktı. Sheldrake, alışkanlığın birbirinden bağımsız yalnız İngiliz adalarında seksen dokuz kere yeniden keşfedildiğini tahmin ediyor. Dahası artan sayıda kuşlar bu alışkanlığı edinince, artan hızla yayıldı. Bu, davranışlarında güçlü motor alanın oluştuğunu akla getiriyor.

Yayılmanın öğretici bir örneği süt şişelerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında hemen hemen kaybolduğu, fakat 1947 ve 1942’de yeniden ortaya çıktığı Danimarka’da görüldü. Baştankara kuşlarının çok azı, alışkanlığı savaş öncesi yıllardan ileriye taşıyacak kadar uzun yaşayabildi, buna rağmen, süt şişeleri yeniden mevcut olunca, alışkanlık hızla yeniden ortaya çıktı.

Yine bununla ilgili bir çalışmada, Yale Üniversitesi psikologu Gary Schwartz öğrencilere Eski Ahit‘ten alınmış çok sayıda İbrani’ce sözcükler verdi. Sözcüklerin bazılarını normalde basıldığı gibi verdi, diğerlerinin bazı harflerini rasgele karıştırdı. İbrani’ce bilmeyen öğrenciler, her biri tahmine olan güvenlerini belirterek sözcüklerin anlamını tahmin ettiler. Sheldrake’ in teorisinin tahmin edeceği gibi Schwartz, öğrencilerin, karıştırılmış olan sözcüklerin daha fazla güvenle asıl sözcükleri değerlendirdiklerini buldu. (Anlamlarını doğru tahmin etmemelerine rağmen.) Dahası, Eski Ahit’te nadiren rastlanan sözcüklerle kıyaslandığında sık sık rastlanan sözcüklere duyulan güven oranlarının yaklaşık iki kez yüksek olduğunu keşfetti.

Buradaki fikir, tarih boyunca, güçlü morfik alanlar oluşturan sayısız insanın gerçek sözcükleri öğrenmiş olmasıdır; elbette en sık rastlanan sözcükler en fazla görülmüş ve okunmuşlardır. Gerçek sözcüklerin daha kolay kavranıldığı ihtimali, karışık sözcüklerin, gerçek sözcükler kadar yapısal olarak sağlam olduğunu bulan dil bilimci psikologların değerlendirmeleriyle ortadan kalktı. Farsça sözcükler, hatta Mors alfabesi kullanılarak benzer deneyler yapılmıştır.

Sheldrake’in teorisini Bohm’un “örtülü düzen” düşüncesi ile uyumlu kılan çok şey var. Hem Bohm hem de Sheldrake yaklaşımlarında “holistik” ve her iki teori de “yersizliği” (nonlocality) varsayıyor. Sheldrake’in “morfik alanları“nı, Bohm’un “örtülü düzeni“nin bir özelliği olarak görmek mümkün müdür?

Sheldrake ile konuşan Bohm, morfik alanlar düşüncesinin kuantum potansiyeli kavramında öne sürdüğü özelliklerin bir çoğuna sahip olduğunu fark etti. Bu fikrin kökleri, 1927’de, elektron gibi tek partiküllerin, “kılavuz dalgalar” tarafından yönlendirildiğini öne süren, kuantum fiziğinin Fransız öncüsü De Broglie’nin ortaya attığı daha eski bir düşüncede yatıyor.

Öneri o zamanlar iyi bir kabul görmedi. Bununla beraber, 1950’lerde Bohm, kuantum potansiyeli biçiminde benzer bir fikir tasarladı ve geliştirmek için De Broglie’yle birlikte çalıştı. Daha yenilerde, Bohm yine bu kavramla ilgilenmeye başladı. Kuantum potansiyelinin morfik alanların özelliklerinin bir çoğuna sahip olduğunu belirtiyor.

Etkisi yerel değil, bir radyo sinyalinin enerjiden çok, bilgi sağlayarak bir uçağı ya da gemiyi “yönlendirmesi”ne benzer bir şekilde partiküle yol gösterir. Dahası içinde oluşturduğu bütünsel durumun bir ürünü olması anlamında holistiktir. Elbette, morfik alan tek partikülün hareketinden daha fazla yönlendirici olmak zorundadır. Bir organik yapının tüm karmaşık gelişimini, davranış modelini ya da hafızayı yönlendirmek zorundadır. Fakat fikir aynıdır.