Çeviren: Çeviren: Sibel Özbudun, e yayınları
Yol kavşağında rastladım ona; yalnızca bir pelerini ve bir asası olan bir adamdı, yüzü acıların tülüyle örtülü. Birbirimizi selamladık, dedim, “Evime gel ve konuğum ol.“
Ve geldi.
Karım ve çocuklarım bizi eşikte karşıladılar. Onlara gülümsedi, gelişini çok sevmişlerdi.
Ve hep birlikte sofraya oturduk. Bu adamdan çok hoşnuttuk; çünkü bir suskunluk ve bir gizem gizliydi onda.
Ve yemekten sonra ateşin etrafında toplandık, ve gezilerini sordum ona.
O gece ve ertesi gün bize bir çok öykü anlattı; ama şimdi aktaracaklarım, o kendisi sevecen olanın günlerinin acısından doğmuştur ve bu öyküler, yolunun tozundan ve sabrından devşirilmistir.
Ve üç gün sonra bizi terkettiğinde, konuğun gittiğine değil, içimizden birinin hâlâ bahçede beklemekte olup, içeri girmediğini duyumsadık.
Bir adam, diğerine şöyle dedi: “Uzun zaman önce, sular yükseldiğinde asamın ucuyla kumun üstüne bir satır yazmıştım. İnsanlar hala durup onu okurlar ve hiçbir şeyin onu silmemesine özen gösterirler.”
Ve öbür adam dedi ki, “Bir zamanlar ben de kum üstüne bir satır yazmıştım, ama sular alçalmıştı ve engin denizin dalgaları onu sildi geçti. Ama söyle bana, ne yazmıştın sen?”
Ve ilk adam yanıtladı, “Şunu yazdım: ‘Ben varolanım.’ Ya sen ne yazmıştın?”
Ve diğer adam dedi, “Şunu yazdım:’Ben, bu ulu okyanusta bir damlayım yalnızca’.”
Üç köpek bir yandan güneşleniyor, bir yandan da söyleşiyorlardı.
Birinci köpek düşler içinde dedi ki, “Köpekliğin bu günlerinde yaşıyor olmak gerçekten harika. Denizin altında, yeryüzünde, hatta gökyüzünde ne denli rahatlıkla yol alabildiğimizi bir düşünsenize. Ve köpeklerin rahatı için gerçekleştirilen buluşları bir an için aklınızdan geçirin; gözlerimiz, kulaklarımız, burunlarımız için olanları da…”
Ve ikinci köpek konuştu ve dedi ki, “Artık sanata daha düşkünüz. Aya doğru atalarımızın yapabildiğinden çok daha uyumlu uluyoruz. Ve suda yansımamıza baktığımızda, hatlarımızın dün olduğundan çok daha pırıltılı olduğunu görüyoruz.”
Ve üçüncü köpek konuştu ve dedi ki, “Ama beni en çok ilgilendiren ve hayran bırakan, köpekler arasındaki huzur dolu anlayış havası.”
O anda, eyvah, köpek yakalayıcısının yaklaştığını gördüler!
Üç köpek yerlerinden fırlayıp yoldan aşağıya doğru bir koşu kopardı ve koşarlarken üçüncü köpek bağırdı: “Koşun Tanrı aşkına. Uygarlık peşimizde!”
Ayakkabı onarıcısının dükkanına ayakkabıları yıpranmış bir filozof geldi. Ve filozof onarıcıya dedi ki, “Lütfen ayakkabılarımı onar.”
Ve onarıcı dedi, “Şimdi bir başkasının ayakkabısını onarıyorum ve sırada seninkilere gelinceye dek başka ayakkabılar var. Ama ayakkabılarını buraya bırak ve bugünlük şunları giy. Yarın gelip kendininkilerini alabilirsin.”
O zaman filozof kızdı ve dedi, “Ben bana ait olmayan bir ayakkabıyı giyemem.”
Ve onarıcı dedi, “Şu halde, ayaklarını başkalarının ayakkabıları ile saramayan sen, gerçekten bir filozof musun? Bu yolun üstünde filozofları benden daha iyi anlayan bir başka onarıcı var. Onarım için ona git.”
Coşkun bir ırmağın aktığı Kadishe vadisinde iki küçük dere karşılaştılar ve konuşmaya koyuldular.
Derelerden biri sordu, “Nereden geliyorsun dostum ve yolun nasıldı?”
Ve öbür dere yanıtladı, “Yolum güçlüklerle doluydu. Değirmenin çarkı kırılmıştı ve beni yatağımdan ekinine veren çiftçi ölmüştü. Bütün gün oturup tembelliklerini güneşte pişirmekten başka bir iş yapmayanların pisliğine belenmiş, debelenip durdum. Peki senin yolun nasıldı, kardeşim?”
Ve öbür dere dedi ki, “Benim yolum bir hayli farklıydı. Hoş kokulu çiçekler ve utangaç söğütler arasından geçerek tepelerden aşağı süzüldüm. Kadınlar ve erkekler gümüş kupalarla suyumdan içiyor, küçük çocuklar pembe ayacıklarıyla kıyılarımda dolaşıyorlardı. Yolum neşe ve tatlı şarkılar içinde geçti. Senin yolunun bu denli mutlu olmaması ne yazık!”
O an ırmak yüksek sesle dedi ki, “Gelin, gelin: bana kavuşunca gezintilerinizi unutacaksınız, mutlu ya da hüzünlü. Gelin, gelin. Ve siz de, ben de anamız denizin yüreğine kavuştuğumuzda geçtiğimiz yolları unutacağız.”
Bir adam bir düş gördü ve uyandığında yorumcuya giderek düşünü kendisi için yorumlamasını istedi.
Ve yorumcu adama dedi ki, “Bana uyanıklığında gördüğün düşlerle gel ki anlamlarını sana söyleyebileyim. Ama uykunun düşleri ne benim bilgeliğime aittir, ne de senin imgelemine.”
Bir yaz günü bir kurbağa eşine dedi ki, “Korkarım o evde yaşayan insanlar gece türkülerimizden rahatsız oluyorlar.”
Ve eşi yanıtladı ve dedi, “Ya onlar gün boyu konuşmalarıyla suskunluğumuzu rahatsız etmiyorlar mı?”
Kurbağa dedi, “Geceleyin bazen çok fazla şarkı söylediğimizi unutmayalım.”
Ve eşi yanıtladı, “Onların da gündüzleri çok fazla konuşup bağrıştıklarını unutmayalım.”
Kurbağa dedi, “O lanet vaveylasıyla tüm mahalleyi ayağa kaldıran koca kurbağaya ne demeli?” Ve eşi yanıtladı, “Ya bu kıyılara gelip havayı gürültülü ve uyumsuz seslerle dolduran politikacı, rahip ve bilim adamına ne demeli?”
Ardından kurbağa dedi, “Pekala, biz insanlardan daha iyi olalım. Geceleyin susalım ve ay uyumumuzu, yıldızlar uyaklarımızı çağırsa da türkülerimizi yüreklerimizde gizleyelim. En azından bir-iki, hatta üç gece için suskun duralım.”
Ve eşi dedi, “Pekala, anlaştık. Cömert yüreğinin ne getireceğini birlikte göreceğiz.”
O gece kurbağalar suskundular; ve ertesi gece de, ve üçüncü gece de sustular.
Ve anlatması gariptir, göl kıyısındaki evde yaşayan konuşkan kadın üçüncü günün sabahı kahvaltıya indi ve kocasına bağırdı, “Şu üç gece gözlerime uyku girmedi. Kurbağaların gürültüsü kulağımdayken ne güzel uyuyordum. Ama herhalde bir şey oldu. Üç gecedir sesleri çıkmıyor ve ben uykusuzluktan neredeyse çıldıracağım!”
Kurbağa bunu duydu ve eşine dönüp göz kırptı, “Ve biz de kendi suskunluğumuzdan neredeyse çıldıracaktık, değil mi?”
Ve eşi yanıtladı, “Evet, gecenin tüm sessizliği sırtımızdaydı. Ve şimdi görebiliyorum ki, kendi boşluklarını gürültüyle doldurması gerekenlerin rahatı için türkülerimizi kesmenin hiç gereği yokmuş.”
Ve o gece, ay uyumlarını ve yıldızlar uyaklarını boşuna beklemedi.
Tepelerin ötesinde, ilk ve tek yavrusu, oğluyla birlikte bir kadın yaşardı.
Ve bir gün doktor başucundayken çocuk ateşten öldü.
Üzüntüsünden perişan anne, doktora ağlayarak haykırdı, “Söyle bana, söyle bana, uğraşını durduran, türkünü susturan nedir?”
Ve doktor dedi ki, “Ateştir.”
Ve anne sordu, “Ateş nedir?”
Ve doktor yanıtladı, “Açıklaması zor. Bedene giren, sonsuz ölçüde küçük bir şeydir ki, insan gözü onu göremez.”
Ve doktor onu yalnız bıraktı ve gitti. Ve o, kendi kendine tekrarlıyordu, “Sonsuz ölçüde küçük bir şey; insan gözü onu göremez.”
Ve akşam teselli için rahip geldi. Ve o, ağlayarak haykırdı, “Ah neden oğlumu, tek oğlumu, ilk yavrumu yitirdim?”
Ve rahip yanıtladı, “Çocuğum, Tanrı’nın isteği bu.”
Ve kadın sordu, “Tanrı nedir, nerededir? Tanrı’yı bulup önünde göğsümü yarmalı, yüreğimin kanını O’nun ayakları dibine boşaltmalıyım. Bana O’nu nerede bulacağımı söyleyin.”
Ve rahip dedi ki, “Tanrı sonsuz ölçüde büyük bir şeydir ki, insan gözü onu göremez.”
O zaman kadın haykırdı, “Sonsuz ölçüde büyük olanın isteğiyle sonsuz ölçüde küçük olan bir şey oğlumu öldürdü. O halde biz neyiz? Neyiz biz?”
O anda elinde ölü çocuk için kefen beziyle kadının annesi odaya girdi ve rahibin sözcükleriyle kızının haykırışını duydu.
Ve kefen bezini yere bıraktı ve kızının elini elleri arasına alarak dedi ki, “Kızım hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz; ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.”
Asi ırmağının denize kavuştuğu Antakya’da, kentin bir yakasını diğerine yaklaştırmak üzere bir köprü yapılmıştı. Köprü, Antakya katırlarının sırtında tepelerden taşınan iri taşlarla inşa edilmişti.
Köprü yapımı sona erdiğinde, yanıbaşındaki sütunun üzerine Grek ve Arami dillerinde “Bu köprü Kral II. Antiochus’un eseridir,” sözcükleri kazıldı. Ve insanlar güzel Asi ırmağı üzerindeki güzel köprüden gelip geçtiler.
Ve bir akşam, kimilerinin yarı-deli saydığı bir delikanlı, sözcüklerin kazılı olduğu sütuna tırmanarak harfleri kömürle kapattı ve üzerine şunları yazdı: “Bu köprünün taşlarını tepelerden katırlar indirdi. Üstünden geçerken bu köprünün yapımcıları, Antakya katırlarının sırtında yürüyorsunuz.”
Delikanlının yazdıklarını okuyanların kimi güldü geçti, kimi şaşırdı. Kimileri de dedi, ” Tabii, bunun kimi yaptığını biliyoruz. Az biraz deli değil midir o?“
Ama bir katır, gülerek öbür katıra dedi, “O taşları bizim taşıdığımızı hatırlamıyor musun? Oysa şimdiye dek köprünün Kral Antiochus’un eseri olduğu söyleniyordu.“