Mevlâna on üçüncü yüzyılın başında,bazı kaynaklara göre 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi‘nin Belh şehrinde doğdu. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, ‘Bilginlerin Sultânı‘ olarak tanınan Bahâeddin Veled‘tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun‘dur.
Mevlâna oniki yaşlarındayken, ailesi, ortaya çıkan bazı fikir ayrılıkları ve Moğol akınları yüzünden Belh’ten göçtü. Nişapur, Bağdat, Mekke, Medine, Şam ve Halep yoluyla Anadolu’ya ulaştılar. Önce Karaman’a, sonra da Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya yerleştiler.
Babası Bahâeddin Veled‘in ölümünden sonra onun talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna İplikçi Medresesi’nde vaazlar vermeye başladı.
Mevlâna’nın hayatı, 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile tanışmasından sonra bir daha asla eskisi gibi olmadı. Bu gezgin derviş hayatına girdiğinde, Mevlâna binlerce insanın izlediği örnek bir imamdı. Ama Şems ile karşılaştıkları ilk andan itibaren, bu sıra dışı ve geleneklere aykırı davranan ruhun etkisi altına girdi. İzdeşlerini çılgına çeviren bir kararla medresenin ve evinin kapılarını kapadı ve gönül eğitimi adını verdiği süreçte çıraklığına başladı.
Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems‘in ani ölümünden sonra Mevlâna uzun yıllar inzivaya çekildi. Yaşamının geri kalan bölümünü yazarak geçirdi.
“Ölüm günüm, düğün günüm olacaktır” diyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü bu alemden göçtü. Ölümünden kısa bir süre sonra mezarı üzerinde bir türbe yapıldı. Bu türbe daha sonra kurulan ve gelisen Mevleviliğin merkezi olmuştur.
Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla ve düsünceleriyle silinmeyecek izler bırakan bir sufiydi. Derin çoşkularla örülü yaşamını şu üç kelimeyle özetlemiştir;
Üç sözden öte değil,
Bütün ömrüm şu üç söz:
Hamdım, piştim, yandım…