kısaca


Mıknatıs

Özgür İrade’nin bir yanılsama ve ‘kader’in kaçınılmaz olduğundan söz ederken, Oscar Wilde şu meseli anlatır:

“Bir zamanlar bir mıknatıs vardı ve bu mıknatısın yanıbaşında çelik eğe talaşları yaşardı. Bir gün üç-dört eğe talaşı mıknatısın ziyaretine gitmek için ani bir istek duydu ve bunun ne kadar güzel bir şey olacağı üzerine konuşmaya başladılar. Yakınlarındaki diğer eğe talaşları da onların konuşmalarına kulak misafiri oldular ve onlar da aynı arzunun çekiciliğine kapıldılar. Onlara başkaları katıldı ve sonunda bütün eğe talaşları bu konuyu tartışmaya başladılar. Başlangıçtaki belli belirsiz istek yavaş yavaş bir itkiye dönüşmüştü:

Neden hemen gitmiyoruz?” dedi bir kısmı, ama diğerleri ertesi güne dek beklemenin daha iyi olacağını düşünüyorlardı.

Oysa zaten bilmedikleri bir zamandan beri, görünüşte onlarla hiç ilgilenmeyen ve tamamen hareketsiz duran mıknatısa doğru iradelerinin dışında çekilip duruyorlardı. Ama onlar bunun farkında olmadan, komşularına gittikçe daha fazla yakınlaşarak tartışmalarını sürdürdüler.

Konuştukça da gitme özlemleri büyüdü. Bazıları, mıknatısı ziyaret etmenin ödevleri olduğunu ve aslında bunu çok daha önce yapmış olmaları gerektiğini dile getirdi.

Sonunda sabırsızlar ağır bastı ve tüm grup “beklemenin anlamı yok, bugün gideceğiz,  şimdi gideceğiz, hemen gideceğiz!” diye bağırarak, tek bir kararlı vücut halinde azametle yürümeye başladı.

Göz açıp kapayıncaya kadar her yandan mıknatısa yapıştılar. İşte o zaman mıknatıs gülümsedi, çünkü çelik eğe talaşları, ziyaretlerini kendi özgür iradeleriyle gerçekleştirdiklerinden hiç kuşku duymamışlardı.


 

Dört Kelebek

Dört tane kelebek bir gün bir ateş görmüşler. Bunun nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemişler.

Birinci kelebek ateşe biraz yaklaşmış ve üzerinin aydınlandığını görmüş. Arkadaşlarının yanına gelmiş ve “bu ateş aydınlatıcı bir şey!” demiş.

İkinci kelebek bununla yetinmeyerek daha fazla şey öğrenmek istemiş. Biraz daha yaklaşmış ve ısındığını hissetmiş. Demiş ki,

Aynı zamanda bu ateş ısıtıcı bir şey!

Üçüncü kelebek daha da ileriye gitmiş. Bir anda ateşin kanatlarını yaladığını hissetmiş ve yanmış kanatlarıyla geri dönmüş. Şöyle demiş:

Bu ateş yakıcı bir şey!

Sonuncu kelebek ateşi tam olarak anlamak istiyormuş. Biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Sonra ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını kavurmuş.
Sonunda tamamen yanan kelebek “poff !” diye ortadan kayboluvermiş.

Ateşin gerçekten ne olduğunu bir tek o öğrenmiş ama geri dönüp söyleyememiş. Sadece o kaybolmuş ateş içinde ve bir şeyi, ancak içinde kaybolan bilebilirmiş!


 

Saklanmış Geyik

Cheng’li bir oduncu bir koruda bir geyik öldürdü, sonra da başkalarının bulmasını engellemek için üstünü yapraklar ve dallarla örterek onu gömdü. Ancak kısa bir süre sonra geyiği sakladığı yeri unuttu ve her şeyi düşlemiş olduğunu düşündü. Öyküyü herkese sanki bir düşmüş gibi anlattı.

Dinleyicileri arasından bir adam saklanmış geyiği aramaya gitti ve onu buldu. Adam geyiği eve taşıdı ve olup biteni eşine anlattı:

Bir oduncu bir geyik öldürdüğünü düşlemiş ve sonra onu sakladığı yeri unutmuş. Bense geyiği buldum. Şu oduncu gerçekten yaman bir düşçü!

Kimbilir, belki de sen bir geyik öldürmüş olan bir oduncu gördüğünü düşledin.” dedi karısı, “ama, yine de, gözümüzün önünde bir geyik durduğuna göre, düşün gerçek olmalı.

Geyiği bir düş sayesinde bulduğumu farz etsek bile,” diye gürledi koca, “ikimizden hangisinin düş gördüğünü bulmak için canımızı sıkmanın ne anlamı var?

Oduncunun ise akla hala geyikteydi. O gece düşünde geyiği sakladığı yeri ve onu bulan adamı gördü. Şafakla birlikte diğer adamın evine gitti ve geyiği orada buldu. İki adam sert bir ağız dalaşına giriştiler ve sonunda geyik davasını karara bağlamak bir yargıca düştü.

Yargıç oduncuya döndü:

Sen bir geyiği gerçekten öldürdün ve bunun bir düş olduğunu düşündün. Sonra gerçekten düş gördün ve onun gerçek olduğunu düşündün. Diğer adam geyiği buldu ve bu yüzden seninle tartışıyor, ama karısı onun başka birinin öldürmüş olduğu bir geyiği bulduğunu düşlediğini düşlüyor. Kısacası hepsi bir düş, yani kimse geyik öldürmedi. Ama önümüzde bir geyik durmakta olduğu için, en iyi çözüm onu ikinizin arasında bölüştürmek.

Dava, Cheng Kralı’nın kulağına kadar gitti ve o şöyle dedi:

Yargıca gelince, acaba o da bir geyiği böldüğünü düşlüyor olamaz mı?

Liethse (M.S.300)


 

Mutluluk

Tanrılar dünyayı ve insanı yaratırken, mutluluğu saklamaya ve insanın onu biraz zor bulmasına karar vermişler. Mutluluğu nereye saklayacakları hakkında konuşmaya başlamışlar.

Biri “uzaya, yıldızlara.” demiş

Bir diğeri “denizlerin en derin noktasına.

İçlerinden bir başkası, “yüksek dağların zirvesine, çiçeklerin özüne.” demiş.

Biri de demiş ki, “hiç biri olmaz, insan çok meraklıdır. Araştırır, dediğiniz her yere bakar ve bulur.” 

Ve sonunda biri “buldum!” diye bağırmış,

mutluluğu insanin içine saklayalım, insan her yere bakar da, kendi içine bakmak aklına gelmez.


 

Ölüm

Kral, “Seni ölüme mahkum ediyorum, ama seni sen olarak değil, Xios olarak ölmeye mahkum ediyorum.” dedikten sonra, Xios’un farklı bir ülkeye gönderilmesini buyurdu.

Adı değiştirilmiş ve usta rötuşlarla yeni bir görünüm verilmişti. Yeni ülkesinin insanları onun için yeni bir geçmiş, onunkilerden çok farklı yetenekler yarattılar. Ona bir aile hazırladılar; onun olduğu söylenen bir karısı ve çocukları oldu.

Önceki yaşamına ilişkin bir şey hatırlayacak olsa, çevresindekiler onu yalanlıyor, divane olduğunu iddia ediyorlardı.

Sözün kısası, her şey ve herkes, olmadığı kişinin o olduğunu söylüyorlardı ona.

Xios ölmüştü.

Paul Valery


 

İnci

Bir istiridye komşu istiridyeye, “içimde büyük bir sancı var ve bana çok ıstırap veriyor.” der.

Diğer istiridye tepeden bakar bir hoşnutlukla yanıtlar: “Göğe ve denizlere şükürler olsun ki, benim içimde hiçbir sancı yok. İçimde ve dışımda herşey iyi ve tamam.

O sırada oradan geçmekte olan bir yengeç iki istiridyenin konuşmasını duyar ve şöyle der:

Evet, iyi ve tamamsın, ama komşunun taşıdığı sancı gerçekte son derece değerli bir inci.


 

Kıskançlık

Suriye’nin çöllerinde İblis öğrencilerine şunları anlatıyordu:

İnsanoğlu her zaman kendisi için iyi bir şeyler yapacağına başkalarının kötülüğünü istemekle meşguldür.

Söylediklerini öğrencilerine göstermek için çölde dinlenmekte olan iki adam üzerinde bir deney yapmaya karar verdi.

Şeytan, adamlardan birinin yanına yaklaştı:

Buraya senin dileklerini gerçekleştirmeye geldim,” dedi. “Benden ne dilersen gerçek olacak. Arkadaşın da bu dilekten aynı senin gibi yararlanacak, yalnız her ne dilediysen ona iki katı verilecek.”

Adam uzun bir süre sessiz kaldı ve sonunda şöyle dedi:

Arkadaşım benden daha mutlu ve kazançlı olacak, çünkü ne dilersem dileyim o benden iki kat fazlasını alacak. Bu yüzden ben de ona bir tuzak hazırladım. Tek gözümü kör et, işte senden bunu diliyorum.”

Paulo Coelho


 

Akrebin Doğası

Bir akrep, çağlayarak akan bir ırmaktan karşıya geçmek ister. O sırada suda yüzen bir köpek görür.

Köpeğe, “bakar mısın, beni karşıya geçirir misin, ben geçemiyorum” der.

Köpek akıllıdır, “sen bir akrepsin, seni karşıya geçiremem, beni sokarsın” der.

Yemin ederim seni sokmayacağım, mutlaka karşıya geçmem gerek” der akrep.

Sana nasıl inanayım” der köpek.

Akrep şöyle der: “Düşün, nehrin öteki kıyısında olmam gerek, bunun için bana yardım eden birini neden sokayım ki. Hem de sana söz verdim!”

Köpek ikna olur ve akrebi sırtına alıp yüzmeye başlar. Tam karşı kıyıya ulaştıklarında, akrep köpeği sokar.

Ölmek üzere olan köpek, “hani söz vermiştin sokmayacaktın beni, neden yaptın bunu!” der.

Akrepin cevabı kısadır: “Çünkü bu benim doğam.”


 

Kapı

Yolcu şehrin kapısına gelir. Bir bekçi vardır kapıda, içeri girmek için izin ister.

Bekçi “hayır!” der.

Yolcu yıllarca kapı dışında bekler. Her gün gider yine sorar, hep aynı yanıtı alır.

Yaşlanır, ölmeye yakın, gidip niye izin vermediğini sorar bekçiye,

Çünkü sordun” der bekçi, “bu kapı sadece senin için yapıldı, yürüyüp geçseydin seni kimse durdurmazdı. Sen bu cesareti gösteremedin ve geçemedin.



Ölümün Yüzü

Genç bir Acem bahçıvan, prensine yalvarır:

Koruyun beni! Bu sabah ‘Ölüm’ ile karşılaştım. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Bu gece, yardımınızla buradan uzaklaşmak istiyorum.

Yüce gönüllü Prens, İsfahan’a kaçabilmesi için atlarını bahçıvana ödünç verir. O gün öğleden sonra prens ‘ölüm’ ile karşılaşır ve sorar:

Bu sabah neden bahçıvanıma tuhaf bir çehreyle baktınız?

Aslında yüzümdeki sadece şaşkınlık ifadesiydi; çünkü bu sabah onunla karşılaştığım yer, bu gece onu almam gereken İsfahan’dan çok uzaktı.

Jean Cocteau



Ölüm Hükmü

O gece İmparator düşünde, saraydan çıkarak en seçkin ağaçlarla donatılmış bahçenin karanlığında dolaştığını gördü. Birden bir şey ayaklarına kapanıp himmet diledi. Bir ejder, yıldızların kendisine, ertesi gün gece çökmeden önce İmparator’un Bakanı Wei Cheng tarafından başının kesileceğini bildirdiklerini söyledi. Düşte, İmparator onu koruyacağına yemin etti.

Uyanınca, İmparator Wei Cheng’i istedi ve ejderi öldürmesine engel olmak için gün boyu onu meşgul etti. Akşam çökerken de ona bir el satranç oynamayı önerdi. Oyun zorlu ve uzun geçti; sonunda bakan yorgun düştü ve uyuyakaldı.

Birden bir gökgürültüsü yeri salladı. Peşinden iki yüzbaşı ortaya çıktı, kanlar içinde devasa bir ejder başı taşıyorlardı. Kanlı başı imparatorun ayaklarının dibine bıraktılar ve bağırdılar:

“Gökten düştü!”

Bu sırada uyanan Wei Cheng hayretler içinde başa baktı ve şunları söyledi:

Ne tuhaf! Ben de düşümde böyle bir ejderi öldürüyordum!

Wu Ch’eng-en (yaklaşık 1505-1580)



Bu da geçer

Bir zamanlar güçlü bir kral vardı. Bir gün kafası karıştı ve danışmak için bilgeleri çağırdı. Onlara şöyle dedi;

“Nedenini bilmiyorum ama bir şey beni, durumumu dengede tutacak özel bir yüzük aramaya yöneltiyor. Öyle bir yüzük sahibi olmalıyım ki beni üzgün durumdayken neşeli, neşeliyken üzgün duruma getirmeli.”

Bilgeler derin düşünceye daldılar ve birbirlerine danıştılar. Sonunda krala uygun bir yüzükte karar kıldılar. Bulunan yüzüğün üzerinde şu yazıyordu;

“Bu da geçer!”



Gül Yaprağı

Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz’süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.



Belki

Bir zamanlar atı uzaklara kaçıp giden bir Çinli çiftçi varmış. Bütün komşuları üzüntüsünü paylaşmak için o akşam yanına varıp,

Atının kaçtığını duyduk ve çok üzüldük, bu çok kötü.” demişler.

Belki” demiş çiftçi.

Ertesi sabah atı yanında yedi vahşi atla dönmüş ve o akşam herkes gelip, “Ne büyük şans! Olaylar ne de güzel lehine döndü, şimdi artık sekiz atın var.” demiş.

Belki” diye yanıtlamış yaşlı adam.

Bir sonraki gün, çiftçinin oğlu yabani atlardan birine binmeye çalışırken düşmüş ve ayağını kırmış. Komşular, bu talihsizliğe ne kadar üzüldüklerini dile getirmek için yaşlı adamın evine gelmişler.

Belki” demiş çiftçi.

Birkaç gün sonra köyün erkeklerini orduya almak üzere askerler gelmiş. Çiftçinin oğlunu ise ayağı kırık olduğu gerekçesiyle es geçmişler. Komşular her şeyin nasıl da güzel bir sonuca bağlandığını söylerken,

“belki” demiş yaşlı çiftçi.



Bırak Onu

Bir adam ellerindeki çiçekleri sunmak için Buda’ya gelir.

Buda “bırak onu!” der.

Adam sol elindeki çiçekleri bırakır.

Buda tekrar “bırak onu!” der.

Adam sağ elindeki çiçekleri de bırakır.

Buda şöyle der: “Ne sağda olanı ne de solda olanı, ortadakini bırak!

Ve adam aydınlanır.



Sarbetus ve Kim’in Hikayesi

Antik zamanlarda yaşamış yaşlı bir adamla, genç bir çocuğun hikayesidir bu:

Kim, yalnız yaşayan, yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok bir neden arayarak köyden köye dolaşan bir yetimdi.

Neden” diye merak ederdi; “Neden herşey bu kadar zor? Biz kendimiz mi zorlaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi?”

Bunlar Kim kadar genç bir çocuk için fazlaca derin düşüncelerdi.

Bir gün aynı yolda seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı. Yaşlı adam oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordu. Yol kenarında mola verdiklerinde yaşlı adam yorgun bir halde sepetini yere koydu. Yaşlı adam tüm varını yoğunu bu sepette taşıyormuş gibi geldi Kim’e.

Sepetin içinde onu bu kadar ağır yapan ne var?” diye sordu Kim, Sarbetus’a, “onu senin için taşımak beni mutlu edecektir. Ne de olsa sana göre çok genç ve güçlüyüm!

Bu benim taşımam gereken bir şey” diye yanıtladı yaşlı adam, “bir gün kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet taşıyacaksın.

Günlerce ve kilometrelerce birlikte yürüdüler ve Kim, Sarbetus’a insanların neden böyle kendi kendilerine eziyet ettikleri hakkında sorular sordu. Ama ne yanıtları öğrenebildi, ne de yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır yükün ne olduğunu.

Sartebus, artık daha fazla yürüyemediği ve son kez dinlenmek için uzandığı bir anda sepetin içindeki sırrı söyledi ve neden insanların kendi kendilerine eziyet ettiklerinin yanıtını da verdi:

Bu sepette” dedi Sartebus, “kendim hakkında inandığım ama gerçek olmayan şeyler var. Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı. Şüphenin her çakıl taşının, tereddütün her kum tanesinin ve yanılgının yol boyunca topladığım her kilometre taşının ağırlığını sırtımda taşıdım. Bunlar olmadan çok ilerilere gidebilirdim. Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim. Ama gördüğün gibi, yolun sonunda, bunlarla başbaşayım.

Ve sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözemeden, yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna daldı.

Kim, sepeti Sarbetus’un sırtından çözdü ve merakla baktı: Sepetin içi boştu!

Ve o anda sorularının yanıtını anlar gibi oldu:

Çoğumuz, sırtımızdaki bir sepette korkularımızı ve kendi oluşturduğumuz sınırlarımızı taşıyarak yaşadığımız için, hayallerimizle birlikte gömülüyoruz!


 

Vaaz

Hoca vaaz vermek istediği salona girmiş. Salon, ön sırada oturan seyis dışında boşmuş. Konuşup konuşmama konusunda düşünen hoca sonunda seyise sormuş:

Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?

Seyis cevap vermiş: “Hoca ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.

Bu sözlere hak veren hoca duaya başlamış. İki saatten fazla konuşmuş durmuş. Duadan sonra kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de vaazın çok iyi olduğunu onaylamasını isteyerek sormuş:

Vaazı nasıl buldun?

Seyis cevap vermiş:

Sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki yemin hepsini ona vermezdim.


 

Kâbil ve Habil 

Kâbil ve Habil kocaman bir gölün kıyısında durdu.

Orada biri var!” dedi Habil, gördüğü kişinin aslında kendisinin sudaki yansıması olduğunu anlamadan.

Kâbil sopasını havaya kaldırdı, karşısındaki görüntü de aynı hareketi yaptı. Kâbil saldırıya hazır bir şekilde pozisyon aldı, tabii kendi yansıması da!

Habil suyun yüzeyini seyretti. Gülümsedi, karşısındaki görüntü de ona gülümsedi. Sonra bir kahkaha attı ve yansıması da aynen onu taklit etti.

Gölün kıyısından uzaklaşırlarken Kâbil kendi kendine şöyle düşündü:

Orada yaşayan insanlar ne kadar da saldırgan!

Habil ise kendi kendine şöyle diyordu:

Oraya tekrar gitmek istiyorum, çünkü orada tatlı ve iyi huylu birisiyle tanıştım.


 

Güzellik ve Çirkinlik

Bir gün Güzellik ve Çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaşırlar ve “haydi, denize girelim.” derler.

Giysilerini çıkartıp yüzerler. Bir süre sonra, Çirkinlik kıyıya dönüp Güzellik’in giysilerine bürünür ve yoluna gider.

Güzellik de denizden çıktığında giysilerini bulamaz. Ama çıplak olmaktan utandığı için  çaresiz Çirkinlik’in giysilerine bürünür.

O gün bugündür erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır.

Ancak içlerinden Güzellik’in yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu.

Ve yine Çirkinlik’in yüzünü bilen kimileri vardır ki, giysi onu gözlerinden gizleyemez.


 

İskender ile Diyojen

Dünyanın krallığına sahibim ancak hayatımda hiç neşe yok. Hayatım bir çöl gibi kurak ve boş. Varlığımda açmış tek bir çiçek bile yok. Fakat sende bu çiçekleri görebiliyorum. Tanrı bana bir şans daha verecek olursa İskender olarak değil Diyojen olarak doğmak isterim.’
 
Neden gelecek seferi bekliyorsun şimdi de bir Diyojen olabilirsin.‘ der Diyojen.

Şu anda dünyayı fethediyorum. Önce bunu bitirmeliyim.

Diyojen yanıt verir:

Şunu hatırla, bunu hiç bir zaman bitiremeyeceksin. Hayatta hiç kimse yapacağı işleri bitiremez.


 

Hız

Araştırma için bilmedikleri, vahşi bir bölgeye giden ekip, kılavuz olarak bölgenin yerlilerini rehber olarak tutarlar. İncelemeleri gereken konu için zamanları kısıtlıdır ve acele etmektedirler.

Birkaç gün hızlı şekilde yerliler önde, araştırmacılar arkada ilerlerler. Bir an gelir, yerliler birden oldukları yere otururlar ve kıpırdamadan öylece kalırlar.

Bilim adamlarının acelesi vardır ve durmak hoşlarına gitmez. Fakat yerlilere ne derlerse desinler onlar oldukları yerde sessizce oturmaya devam ederler.

Araştırmacılar, “neden durdunuz, neden yolumuza devam etmiyoruz?” derler.

Yerliler cevap vermez. Aradan birkaç gün geçer ve yerliler birden ayağa kalkar ve yürümeye başlarlar.

Şaşkınlıkla onları izleyen araştırmacılardan biri, yerlilere yaklaşıp, “ne oldu da durdunuz, hiç konuşmadınız?” diye sorar.

Yerlilerden biri cevap verir:

Çok hızlı yol almıştık, ruhlarımız geride kalmıştı, onları bekledik.


 

Kalan Zaman

Beyaz adam Kızılderili topraklarına demiryolu yapımı için, ray döşemeye başlamış.

Bunun ne olduğunu anlamayan ve merakla izleyen Kızılderililer, beyaz adama, “ne yapıyorsunuz?” diye sormuşlar.

Beyaz adam cevap vermiş:

Siz atlarınız ile diyelim bir yere 8 günde gidiyorsunuz. İşte bu ray bitince, buraya tren denilen hızlı bir araç gelecek ve siz aynı yolu sadece bir günde gideceksiniz.

Kızılderililer birbirlerine bakmışlar ve içlerinden biri sormuş:

İyi de, kalan 7 günde biz ne yapacağız?