zamanın faktörleri

Varlıkların algıladığı biçimiyle zaman, iki farklı faktörü içerir. Asıl tartışma konusu olan ilk faktör hep ima ettiğimiz üzere saatlerle ilgilidir. Saatin icat edildiği andan itibaren, saat kadranlarını gözleyerek yaşamak insanlığın temel meşguliyeti haline gelmiştir.

İnsanların zamana karşı yarıştığına ilişkin pek çok söz söylenmiştir. Oysa farklı bir bilinçlilik aşamasında olan bir varlık için, kendini kontrol etmek üzere yarattığı hayali bir faktöre karşı yarışan bir kişiyi seyretmek oldukça gülünç olabilir. Toplumsal bilincin etkisi altında olan ortalama bir birey ise, fazla düşünmeden yaşamını böylesi bir yapay denetime teslim eder, ta ki bedensel yetilerini kaybetmeye başlayıncaya dek. Oysa bedenin yıpranmaya başlaması, acımasız bir bilinçliliğin empoze ettiği yapay zamansal sınırlamaların bir sonucudur. Ne yazık ki, hiç sorgulama gereğini duymayan bir kişi için zamanla yarış, mutluluğun ve başarının tek yoludur.

Şurası bir gerçektir ki, daha yüksek bir bilinç seviyesinden gözlendiğinde bu tür sorgusuz bir kişi, hapishane olarak yorumlayabileceğimiz bir çeşit geometrik blok veya oda içine sıkışmış gibidir. Genelde bunun farkedilmemesinin nedeni, kişinin kendini yansıttığı toplum içinde, dikkatini manzaradan uzaklaştırmadan yaşamaya çalışmasıdır.

Ama beni yanlış anlamayın; çok çalışmanın iyi bir amaca hizmet edebileceğini yadsımıyorum. Benim asıl anlatmak istediğim, yapay zaman faktörünün sonucunda ortaya çıkan yapay sınırlamaların, kişiyi kolayca keskin duygulara tutsak edebileceği gerçeği.

‘Bir dakika.’

(Seth, konuşmasını takip ettiğim halde bir süredir yazmaya yetişemediğimi farketmedi galiba. Öyle hızlı gidiyorduk ki, bir an için dinlenmek ihtiyacını hissettim.)

Sana yine bir tuzak kurduğumu mu düşündün?

‘Daktiloyla hızınıza yetişemiyeceğimi unuttuğunuzu sandım.’

Sence genelde varlıkların durumu da böyle mi?

‘Çok hızlı gitmeye çalışmaları mı?

Sanırım meseleyi kavradın, ne dersin?

‘Öyle galiba.’

Bildiğin gibi, bu kitapları yazarken, aynı zamanda onları yaşıyorsun. Kural bu.

Sence bir ofiste, fabrikada veya başka bir iş yerinde çalışan insanlar hangi sıklıkla zamanın gerisine düştüklerini hissediyorlardır?

‘Sanırım oldukça sık…’

Nedense cevap vermen bayağı zaman alıyor. Ne oluyor sana?

‘Bunu ben de bilmek isterdim; neler oluyor?’

Düşünürsen, geçmişe veya geleceğe ait bir durumu açıklamak için bu an’dan uygunu yoktur.

‘Ne demek istiyorsunuz?

Pardon, fırının zili çaldı, keki fırından çıkartmalıyım.’

Oh.

‘Pekala. Tekrar fırına bakmamdan önce on dakikamız var.’

Harika, bir bu eksikti; zamanın baskısını üzerimde hissetmek! Hele ilk başta burayı terketmemin nedeninin bu stresten uzaklaşmak olduğu düşünülünce. Anlıyamadığım şey, zamanın ve mekanın dışında olup da, nasıl zaman ve mekanla bu denli içiçe olduğum. İşte garip olan bu…

Senin neyin var? Neden daha hızlı yazamıyorsun? Bütün gün seni bekliyeceğimi mi sanıyorsun? Oh tabi, bana on dakika daha bağışladın. İyi ki senin amirin değilim, yoksa ücretini kısmam gerekecekti.

Şimdi, tüm bunların ne kadar anlamsız olduğunu görüyorsun. Herkes bilir ki, spiritüel konularda zaman ve mekanla sınırlı olmak gerekli değildir. Ancak iki farklı alemi birleştirmeye çalıştığında, potansiyel olarak sorunlara açıksın demektir. Yaşadığın bu küçük örnekte bile daha iyi bir sisteme olan gereksinim açıkca ortaya çıkıyor.

Tırnakların mı tütmeye başladı, yoksa sigara mı içiyorsun? Biliyorsun ki şu anda sigara içmeye hiç de vaktin yok.

‘Durun lütfen!’

Tam hızımı almıştım ki sen bana dur diyorsun. Pekala, sence bu zaman/mekan yanılgısıyla nasıl başa çıkılabilir?

‘Lütfen biraz yavaşlar mısınız? Az önce tırnağım kırıldı ve size yetişmeye çalışırken bir dolu yazım hatası yapıyorum!’

Hala yazıyorsun, öyle mi? Oysa son söylediğimin üzerinden beş dakika geçti. Ne oldu sana böyle?

‘Dinlenmeye ihtiyacım var!’

Demek öyle. Ortada benim anlamadığım bir zaman/mekan tuhaflığı dönüyor olmalı.

‘Pardon, fırının zili çalıyor yine.’

Aman Tanrım! Bu bir alışkanlık haline geliyor galiba. Şimdi sırada ne var acaba?

Mizahla yaklaşmamıza rağmen son beş dakika, bu zaman/mekan faktörünün öyle pek de hoşa gidecek bir şey olmadığını gösteriyor sanırım. Böylesi bir hız içinde kişinin ‘ebediyyen’ mutlu olması mümkün mü acaba? Büyük bir ustanın, diyelim İsa’nın, zamana karşı yarıştığını, örneğin keki çıkarmak için fırına veya tamir etmek üzere arabasına koşuşturduğunu, daha da ilginci, ‘hemen şu tahvillerden almalıyım; yoksa bu fırsatı sonsuza dek kaçırırım’ dediğini düşünebiliyor musun?

Ne dersin, buna iyi bir sistem demek mümkün mü?

‘Hayır, stresi çok fazla.’

Öyleyse neden bu şekilde yaşıyorsun?

‘Yine beni tuzağa düşürdünüz!’

Belki de bu konuda hiç düşünmedin. Evet?

‘Evet.’

Gerçekte pek az kişi düşünür!

Belki daha iyi bir sistem olarak bir çeşit ‘birim iş’ nosyonu devreye sokulabilir. Böyle bir sistemde, zamandan bağımsız olarak belli bir birim iş yapmak hedeflenir. Zaman/mekan stresinin hissedilmediği ‘iyi’ bir günde, kişi pek çok birim iş çıkarabilir. Oysa gereğinden fazla iş yapmaya çalışarak kendini duygusal gerilim altına soktuğu günlerde, kişi o kadar da verimli olmayacaktır. Sonuçta söz konusu birimler, göreli birimlerdir. Bu sistem içinde herhangi bir kişi için, kendi üretim kapasitesine bağlı olarak, örneğin bir aylık süre, belli bir birim zamana eşdeğer olacaktır.

Bunu bir örnekle açıklayabilirim. Diyelim ki ‘Her Şey Olan’ birden bana der ki, ‘Seth, bu kitabı gelecek yılın Şubat ayına kadar veya Sirius yıldızının helezoni yükselişinden önce bitirmeni istiyorum. Dilersen kitabı hemen şimdi veya belli bir zaman/mekan içinde tamamlarsın. Bu konuda seçim senin.’

Şimdi, eğer sen Seth olsaydın, buna nasıl bir tepki gösterirdin?

‘Hiç bir fikrim yok.’

Bu konuda senin diğer varlıklardan bir farkın yok.

Genelde kişi, büyük ben’inin idareyi ele alıp işleri yürütmesine izin vermeyerek, kendini yapay zaman/mekan sınırlamalarıyla yaşamaya mahkum eder. Oysa çok daha mükemmel bir sistem zaten mevcuttur. Bunun ne olduğunu biliyor musun?

‘Hayır.’

Biliyorum bunu kabul etmeniz zor olacak ama, aslında pek çok eski medeniyet, zamanın katkısı olmadan da gayet güzel idare ettiler. Bunu nasıl başardıklarını biliyor musun?

‘Hayır.’

Onlar, çevreleriyle mükemmel bir uyum içinde olmalarını mümkün kılan bir sisteme sahiptiler. Bu sistemin temeli, sizin deyişinizle ‘biyolojik ritimlere’ dayanmaktaydı. Ben bu sistemi, kişinin kendini ‘Her Şey Olan’ın devirlerine uyumlaması olarak tanımlayabilirim. Sanırım zaman stresi olmadan kişinin çok daha verimli olduğu konusunda aynı fikirdeyiz.

‘Evet.’

Peki sence bunun nedeni ne?

‘Bunun örneğini az önce yaşadım. Sizin hızınıza yetişmeye çalışırken öyle çok yazım hatası yaptım ki, onları düzeltmek epeyi vaktimi alacak.’

Aykırı bir düşünce gibi görünecek ama daha hızlı gidebilmek için yavaşlamak gerekir. Bu size öğretilenin tam tersi, öyle değil mi? Kişi, daima hataya yol açmıyacak derecede bir hızı seçmelidir.

Şimdi, biliyorum ki bu modern dünyada da eskiden olduğu gibi evrenin devirlerine uyum sağlayarak yaşayan ve diğerlerinden çok daha verimli olabilen kişiler mevcut. Verimliliğin gerçek ölçütü üretimdir.

Şimdi, yavaşlamakla, olayları oluruna bırakmak arasında ortak bir yan görebiliyor musun?

‘Evet. Bir şeyi oluruna bıraktığımda, yavaşlıyorum ve daha iyi sonuçlar aldığımı görüyorum.’

Size lafı fazla uzatıyorum gibi gelebilir ama, aslında söylediklerim arasında fizik plandaki tanımlamaların ötesinde bir anlam gizli. Daha yüksek enerjilere açılmak isteyenler, kelimelerin arasına sızmayı başarabilmelidirler. Ne demek istediğimi anlıyor musun?

‘Önceki bir kaç paragraftaki sözlerin altındaki anlamın bir şekilde bilinçaltımıza ulaşacağını mı anlatmak istiyorsunuz?’

Saatin tiktakları arasında zaman kavramını aşan bir boşluk mevcuttur. İşte zamanın bu sarkaç etkisi, mekansal ilerlemeye de damgasını vurur.

İlk defa olarak bu noktada, zamanın çatlakları arasına sızarak zamansızlık kavramını açıklamaya çalışacağım.

Bir saatin çıkardığı sesi düşünün, ‘tikboşluktak’; yani, ‘tikzamansızlıktak’. Sonra yine, ‘tiksonsuzluktak’. Burada eksik olan ne? Eksik olan, sarkacın çizdiği çember. Sence ne demek istiyorum?

‘Bilmiyorum.’

Pekala. Bir duvar saatinin sarkacı ilerigeri salınır; yani bir tik, bir de tak. Sarkaç, bir ark boyunca iki boyutlu bir salınım yapar. Daha önce de söylediğim gibi, tik ile tak arasında bir boşluk mevcuttur. Ama eğer tik ve tak’ları bir daire tamamlayacak şekilde ayarlarsanız, dairesel bir sarkaç elde edersiniz. Bildiğiniz gibi, çeşitli sorulara cevap bulmak amacıyla, dairesel bir sarkacın harfler üzerinde doğal salınıma bırakılmasına dayanan bir yöntem de mevcuttur.

Şimdi, bunu kavramanız kolay olmayacak ama, eğer tik ile tak arasında 180 derece olursa, yarım bir daire elde edersiniz.

‘Salınımın bir ucu tik, diğeri de tak mı?’

Tik, sıfır derece, yani başlangıç ise, tak da, tekrar tik’e salınmadan önce sarkacın dinlenme noktasıdır. Aslında buradaki açıklamalarımda sık sık bazı bilimsel prensiplere ters düştüğüm düşünülebilir. Ancak temel aldığım kanunların salt bu planla sınırlı olmadığı unutulmamalıdır. Bu nedenle biraz sabırlı olmanızı istiyorum. Çoğunlukla insanlar, ‘Bunun doğru olduğuna eminim; üniversitede öğrendim.’ şeklindeki düşünüşleriyle egolarını eğlendirirler. Oysa benim burada dikkatinizi yöneltmek istediğim gerçek, zamansızlığın üniversitede öğretilen bir şey olmadığı.

Bu zoraki sapmadan sonra konumuza dönersek, şimdiye kadar açıkladıklarımı anladığını söyleyebilir misin?

‘Evet.’

Bir sarkacın arkını daireye dönüştürmek işlemi, dairenin beşte bir oranında indirgenmesini, yani 72 dereceye uyarlanmasını gerektirir.

Hala benimle aynı dalga boyunda mısın?

‘Bir çemberin beşte biri 72 dereceye tekabül eder mi demek istiyorsunuz? Ayrıca, bir çemberin uyarlanması ne demek?’

Bir çemberin uyarlanması, zamanı alıp zamansızlığa veya sonsuzluğa özdeşleştirmek anlamına gelir. Buna ne dersin?

‘Sorduğuma bin pişman oldum.’

Şimdi, bunun kolay olmadığının farkındayım. Daha önce de defalarca söylediğim gibi, varlıkların zamanın yokluğunu hayal etmeleri bile çok zor.

Aslında zaman, sonsuzluktan veya ‘Her Şey Olan’dan ayrı düşen zihinlerin inşa ettiği sabit duygular veya illüzyonlar silsilesidir. Yeryüzünün pozisyonundaki bir değişim sonucunda ‘ışık’ azaldığında, buna bağlı olarak hissedilen ‘Bilinmeyen’e veya ‘Her Şey Olan’a ilişkin nosyon, varlıklar için o denli sarsıcıydı ki, bu tesirin sonucunda kısa sürede adeta bir tür dine dönüşen, yeni, yapay bir kavram yaratıldı. Sana göre bunun anlamı ne?

(Seth’in kısa bir ara vermesinden yararlanarak bu sorusuna mümkün olduğunca zeki bir yanıt bulmaya çalıştım.)

‘Ben anlattıklarınızı şöyle anladım: Işık azaldığında insanlar gerçekte ne olduklarını, yani ‘Her Şey Olan’ın parçası olduklarını unuttular ve yaşamlarına anlam katma çabasıyla, kendilerince önemli bir sürü olguyu sınıflayabilecekleri zaman denen kompartımanlarını icat ettiler.’

Sence söylediklerimle aklını mı karıştırmaya çalışıyorum?

‘Oh, buna hiç de şaşırmam. Yani iyi bir yanıt bulmak için harcadığım bunca çaba boşuna mıydı?’

Hayır, hiç de değil. Aslında benim yapmak istediğim, zaman denen bir olgunun neden varolduğunu anlayabilmeniz için size bir anahtar sunmak. Yoksa limanda yer bulamayan bir kayığın tekrar okyanusa açılması misali, sınırlı zihni algılayamıyacağı karmaşık bilgilerle doldurmanın bir anlamı yok. Zamansızlık kavramını açıklamaya çalıştım, ama anlaşılmadığının farkındayım. Burada yazılanları her okuyanın anlayabileceğini söylemek mümkün mü sence?

‘Bilmiyorum. Yazılanlar üzerinde oldukça düşünmek gerekir sanıyorum.’

Ancak az önce önemli bir noktaya değindin. Bu neydi?

‘Bir sarkacın salınım hareketinin en küçük parçası olan tik ve tak’lar arasında yaşıyoruz. O halde, bu anlamda bilinçliliğimizin de olagelenin çok küçük bir parçasına sıkışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Peki sarkacın yön değiştirmeden önce bir an için durduğunda sonsuz bir hıza sahip olduğu gerçeğinden yola çıkarsak, acaba konunun anlaşılması kolaylaşır mı?’

Belki iyi bir yaklaşım, ancak konunun tüm boyutlarını yansıtmıyor. Asıl sorun, insanların zamana göreli olarak zamansızlığın önemini kavramakta zorluk çekmeleri. Evet, sonsuz hız potansiyeline sahip bir dinlenme noktasından bahsediyoruz; ama eğer varlık bu hızı daha ileriye gitmek için kullanamazsa, ona ne yarar sağlayabilir?

‘Şimdiye kadar bana pek bir faydası olmadı.’

Aslında benim açıklamaya çalıştığım sonsuz hız kavramının ne olmadığı. ‘Sadece zamanlamayı temin eden bir ışık noktası sonsuz hıza sahiptir’ şeklinde bir fikre sahip olan kişi, sonsuzluğa ilişkin algılayışını bu düşüncenin ötesine taşımak konumunda değildir bana göre.

Benim asıl istediğim, zaman/mekan sınırlamasıyla karşılaştırıldığında, zamansızlığın ifade ettiği sürekliliği ve tesir gücünü anlamanızda yardımcı olmak. Yukarıdaki örnekte gördüğümüz üzere, ‘Her Şey’le kıyaslandığında sonsuz küçük diyebileceğimiz minik, sabit, tik ve tak noktaları, yine de ‘Her Şey’in temel ve canlı parçalarıdırlar. Sarkacın tik ve tak’lar arasındaki salınımı ise zamansızlığı simgeler. Bu örnekle, ayrıca, içinde bulunduğunuz boyutu ‘Her Şey’in bir parçası kılan farklı realiteler arasındaki bağıntıya dikkatinizi çekmek istiyorum. Beni anlıyor musun?

‘Evet.’

Aslında sizi zamana bağlayan faktörler salt göreli duyumlardır. Siz saate baktığınızda, bir duyum algılarsınız. Örneğin aklınızdan şunlar geçebilir: ‘İşte beş dakikalık sabırsızlık veya yalnızlık beni bekliyor’. Bu beş dakika süresince şöyle de düşünebilirsiniz; ‘Bir süre için kendimi kızgınlık, yargı, nefret, depresyon veya başka bir sınırlı düşünce formu içinde bulacağım.’ O halde zamanı yaratan, düşünce formlarıdır. Sence ‘Zaman her yarayı iyileştirir’ deyişinin anlamı nedir?

‘Eskiden olsaydı bu deyişi, her kötü deneyimin veya kaybın bıraktığı etkinin belli bir zaman süreci içinde azalacağı, kişinin yavaş yavaş yaralarını saracağı şeklinde yorumlardım.

Şimdiki düşüncem ise tamamen farklı. Bana göre tüm yaralar zaman içinde mevcuttur. Zamanın dışında ise ne acı, ne stres ne de kayıp duygusu hissedilir. Öyleyse iyileştirici olan daha çok zaman değil, daha az zamandır.’

Çok güzel. Senin açıklamanda zamanın tesiri bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. O halde, bir anlamda ‘acı’ eşittir ‘zaman’ diyebiliriz; yani, eğer acı yoksa zaman da yok veya zaman yoksa acı da yok. Sonuç olarak diyebiliriz ki, zamansızlık boyutunda beşeri duyumlara yer yoktur. Kişi bir ‘oluş’ hali içindedir, bir ‘oluşum süreci’ içinde değil.

‘Benim anlatmak istediğim de buydu.

Bir de ‘uygun’ ve ‘uygunsuz’ zaman kavramı söz konusu.’

Evet, bunun gibi ‘uygun’ ve ‘uygunsuz’ yaşamlardan da bahsedebiliriz. Nasıl bir konuya ışık tutmak deyiminden, konunun anlamının daha belirgin olarak ortaya çıkması anlaşılıyorsa, benzer şekilde yaşamlarda da ışığın etkisini kabul etmek durumundayız.

Bu arada konudan biraz saparak şunu belirtmek istiyorum ki çok yakında insanlar, halen geçerli olan teorilerin savunduğunun aksine, ışık hızının değişmez bir değer olmadığını keşfedecekler. Gerçekte bu kavram da zaman/mekan’a bağıntılı, yani görelidir.

Çoğu büyük ustanın güç kavramları açıklamada hikayelere başvurduğunu bilirsiniz. Ben de başka bir kitabımda düşünce hızını ve düşüncenin ulaşabileceği boyutları örnekleyen hikayelere yer vermiştim. Genelde yazılanlar kurgu olarak algılansa da, bu tür ifadelerin okuyana düşüncenin gücü hakkında belli ölçülerde ilham vereceğini umuyorum.

Burada tekrar zaman ve yaralar hakkındaki deyişe dönersek, siz bir yaranın süresini, o yaraya ilişkin acıyı gömmek için geçmesi gereken zaman olarak tanımlarsınız. Şimdi, mağara adamı diye tanımladığınız bir varlığı düşünelim. Bir mağara adamının maruz kaldığı stres, bugünün standartlarında değerlendirildiğinde dayanılmaz derecededir. Bir vahşi hayvanın, örneğin bir kaplanın, saldırısı öyle dramatik olabilir ki, hayvan onu öldürmese bile bu olay kişinin yaşamından adeta yıllar eksiltir. Genelde böyle bir saldırının yarattığı duygusal stres o denli güçlü ve o anda sonsuzlukla mevcut bağın hissedilmesi o denli zordur ki, kişi strese yenik düşer ve stresin şoku kişide bedensel yıpranmaya yol açar. Öyle ki, bugün için yetmiş yıl civarında olan ortalama yaşam süresi, böyle bir varlık için yirmi yılı pek geçmiyecektir.

Yaygın inanışın aksine, bilinçlilik genişledikçe ve keskin duygulara olan bağımlılık azaldıkça kişinin zamana duyduğu gereksinim azalır. ‘Her Şey Olan’a göreli olarak daha yüksek bir bilince ulaşan kişi için artık zaman/beden veya zaman/ego kesişimleri söz konusu değildir ve kişi giderek ‘yara’ların acısından özgürleşir. Buradaki ‘yara’ kavramı, doğaldır ki, hastalıkları da kapsar. Bu nedenle böyle bir kişi artık yaşlanmaz, yani bir ‘yaş’a sahip değildir. Öyleyse ebedi gençliğin sırrını gizli formüllerde aramayın; heyecanlardan arındığınızda gençlik pınarı içinizde fışkıracaktır.

Tekrar mağara adamına dönelim. O tür bir yaşamın içerdiği strese ilişkin açıklamalardan sonra şöyle demek mümkün: Varlıklar yaralarını yeterince iyileştirebilmek, yüksek ben’leriyle bağlarını hissedip sonuçta ‘BİR’ olabilmek için gerekli yaşam gücünü kazanmak amacıyla tekrar ve tekrar bu planda enkarne olurlar. Ne demek istediğimi anlıyor musun?

‘Evet.’

İşte çok sayıda yaşamların süresi gözönüne alındığında, zaman kavramı anlamını daha da yitirir. Örneğin, bir mağara adamı kısa sürede kaplanın saldırısından korunmak için uygun yöntemler geliştirip daha az stresli ve daha uzun bir yaşam sürebilir. Buna bağlı olarak da bir sonraki yaşamında daha yüksek bir bilinçlilik seviyesinde ve büyük bir olasılıkla daha gelişmiş bir medeniyet ortamında enkarne olacaktır.

‘Evet, her seferinde bir adım daha ileriye gidecektir.’

Hayır, bazen bu adımı atamaz ve gerekli aşamayı yapıncaya kadar farklı yaşamlarda aynı deneyimi tekrarlar.

O halde kişinin maddeye olan zaafı, eğer buna bağlı olarak oluşabilen karmayı veya şiddetli duyguları temizlemek için onun daha çok zamana gereksinim duymasına yol açıyorsa, tekamülü açısından olumsuz olarak kabul edilmelidir. Ancak, doğaldır ki bunun herkes için geçerli olduğunu söylemek istemiyorum. Her varlığın farklı olduğu düşünülünce, tekamül süreci içinde zaman olgusunun anlamsızlığı belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Tekrar söylüyorum, gereksinim duyduğunuz kadar zamana sahipsiniz. Kişinin yapması gereken şey, ‘yüksek ben’inin sesine kulak vererek ilgi duyduğu konulara yönelmek olmalıdır. Bu dönemde enkarne olan varlıklar, zaman tarafından zamana tutsak edilmemek için, gereksinimlerine karşılık vermesi açısından bu zaman dönemini seçmişlerdir. Ne demek istediğimi anlıyor musun?

‘Evet, ben de bahsettiğiniz kişilerden biriyim.’

Öyleyse kişinin tekamül gereksinimlerine bağlı olarak zaman, her şimdi an’ında genişletilebilir veya iptal de edilebilir.


 

sonraki sayfa