13 Mayıs 2001
Selam…
Şöyle yazmışsın:
~~~~
“…Başına sonuna bir sınır getirilemeyen, içi/dışı/merkezi olmayan, mekan ve zaman kavramlarının içine girmeyenin hakkında ne söylenebilir? Duyu yollarının algılayamadığı, aklın durduğu hal için büyük bir zat: ‘ONUN ZATINI ANLAYAMADIĞINI ANLAMAK, ANLAMAKTIR’ diyor.
Anlayamayacağımızı anlamak! Ne kadar büyük mertebe! Bu tıpkı birini tanımaya çalışmak gibi. Kişiyi tanımanın sonu yok. Onu tanımak ancak özellikleri yönü ile olur ki özelliklerinin sınırı yok, tanımanın sonu yok. Nasıl olsun ki! O yüzde görünen sınırsız. Orada ‘O’nu tanımlamaya çalıştığımızın farkında mıyız?
Tanımaya çalışırken bir şeyi diğerine kıyas ederek fikir ve idrak oluşur. Bir şeyi diğerine göre kıyaslamak ancak zıdların olduğu durumda söz konusu. Her şey çift yaratılmış. Bu çiftlerden hareketle TEKe ulaşırız. Çiftlerin biri asıl, diğeri gölge/hayal.
YOK… Yok olanı var zannetmedeyiz. Yokluk zannı ile varlık karşılaştırılıp gerçek ya da hayallerin peşine düşmedeyiz. Kuant boyutunu görecek bir göz yapısı ile baksaydık bugünkü değer yargılarımız, duygularımız, kabullerimiz olacak mıydı acaba? O görüşün getirdiği yönde bakışımız, değerlendirmelerimiz, duygularımız olacaktı.
Her şey yerli yerince güzel, mükemmel. Eksik, kusur, kötülükler var denirse, bunlar bizim bakış kusurumuzdan kaynaklanmada. Mevlana ŞAŞI bakma der İnsanın algıladığı evrende yapılan araştırmalarda kusursuz bir sistemin işlediği gözlenmede. Makrodan mikroya her alemde kusursuz bir sistem var. Belli kanunlar içinde düzen yürümede. Adeta her zerre süper akıllı — ne yapacağının bilincinde ve öyle olmada…
VAR ne?
YOK ne?
Yok olanlardan bilincimizi nasıl arındırır da temizleniriz? Bilinci kirletenler neler? Gözümüzü kapattığımızda hiç olacak eşyaların, varlıkların bizde oluşturduğu duygulardan, çevremizdekilerin telkin ettiği kabullerden ve beklentilerden bilinç nasıl HÜR olur ve her an değişen alemin etkisinden kurtulup ORİJİNDE kendini bulur?“
~~~~
Göreli olan ‘mutlak‘ olanı nasıl bilebilir? İkisi birbirini tümden dışlayan kavramlar! Beden deneyiminin akılla idrak edilebilen ‘en küçük birimi‘ bile dual niteliğini koruyor — ‘ikilik‘ bu boyut deneyiminin şifresi adeta.
Her şeyi zıddına referansla tanımlıyoruz. ışık YOKsa, karanlık VAR diyoruz aklın matrisinde. Ama ASIL olan YOKsa, GÖLGEsi nasıl tanımlanabilir ki? IŞIK olduğunda karanlık olmuyor, ama ışığı YOK edebilen karanlık söz konusu olabilir mi? Karanlık ışığın gölgesidir, ama ışığı gölgeleyemez ki karanlık.
Aynadaki akis varlık varsa tanımlanır, ama aslı olmayan bir görüntü VAR mı?
Ama bu bir illüzyon boyutu! Sonsuz yansımaların olduğu bir alanda ‘kaynak‘ nasıl saptanabilir ki? Hem ay, hem de güneş aydınlatıyorsa gökyüzünü, bir ışını takip edip orijinini bulmak mümkün mü? O halde ışınlarla uğraşmanın anlamı ne? Parça bütünün bilgisini taşır, ama o SIR bütünde gizlidir. Bütünü algılamadan parçanın sırrına ermek mümkün mü?
Bilimle dinin çatışmasının temel nedeni, bence, bilimin yönteminin ‘parcadan bütüne‘, dinin ise ‘bütünden parçaya‘ doğru olması. Bilim zihine, din ise yüreğe hitap ediyor böylece. Bilimin bulguları bir eşiktir şüphesiz, ama sonsuz bir küreyi içinden anlamaya çalışmak gibi, bakılan noktaya göre kısmi bir idrak sağlar ancak.
Bu noktada kısa bir ara verip bir açıklama yapma gereğini hissettim. Burada seninle konusurken, en büyük endişem kendi sözlerimle coşup, yaşadığımdan ibaret olan gerçekliğimi aşan alanlarda ‘kendimi kaybetmek‘! Bu nedenle olabildiğince gündeliğime dönüp, ‘ben burada, bu anda, neyim, nasılım, ne kadarım?‘ ölçeğine vuruyorum sözlerimi. Bu yüzdendir ki, sıkca ‘ben‘ diyor olabilirim, ama bu kendime paye biçmek, pay biçmek sapması değil, inan. Sonuçta biliyoruz ki, kitaplar dolusu bilginin, hatta ömürler dolusu tefekkürün fazla da bir gercekliği yok, eğer beden deneyiminde tezahür etmiyorsa…
Bir amaçsa, evet, benim amacım ‘bütün‘ü idrak etmek. Yıllardır duam/dileğim şu oldu: ‘Her işim bütün’ün hayrına olsun.’ Ve tek gücüm bu inancım. Bu inançla yaşadıkça tek tek sözlerimi, eylemlerimi denetlemek yerine daha sezgisel, daha an‘lık oluyor yasama katılımım. Ama hep dile getirdiğim gibi, ‘niyet‘ canlı tutulmalı. Her edimimde tek ve gerçek referansım bütün‘ün sevgisi olmalı — unuttukça hatırlamam gereken…
Ve en temel soru: ‘bilinç nasıl hür olur?’ Bence özgürlük ‘çaba‘nın olmadığı haldir. Öyle bir kabul ve teslimiyet alanı ki, sadece ‘olan‘a bir araç olduğunun bilincinde, ‘olan‘a dirençsiz, ‘olan‘la ‘bir‘sindir.
Yelkenli rüzgara izin verdiğinde, muhteşem yolculuğu başlamıştır, belki yelkenliyi kullanan sınırlı bilincin planladığı gibi değil, ama ‘yelkenli‘ olmak adına doyumsuz bir deneyimdir yaşanan…
Her ‘çaba‘ zamana ve mekana sınırlar kişiyi. ‘Şimdi‘ ile ‘sonra‘ arasında bir zaman yaratmaktır her hedef. Doğu felsefeleri bir tür ‘çabasız devinim‘den söz eder. Tümüyle hareketsiz görünen bir taş parçasının bile içindeki devinimi düşündüğümüzde! Sonsuz hareket içindedir parçacıklar. Ve taş işlevini mükemmel olarak yerine getirmektedir.
Tek‘lik bilinci bir durağanlık hali gibi canlanır zihinlerde nedense. Dualite içindeki tüm salınımların yavaşlayıp, yavaşlayıp bir noktada durması gibi Bir nokta, evet, ama sonsuz devinimde. Tüm ‘hareket‘i içeren, hareket etse de, etmese de…
Bilinç sonuca odaklı çabasından vazgeçtiğinde özgürleşir bence. Ve yıllar öncesinden bir şiirle veda ediyorum — şimdilik…
yaşamın bir amacı olmalı,
o amaçsa, amaçlardan örülü.
bir bakarsın, yolculuğun deneyi,
hedef telaşında gömülü.
zamana kurgulu huzursuzluk,
beklenti çarkına girilince.
sürekli öğütülen değerler,
amaç, insanlardan önce gelince.
ulaşılan her amacın sonu,
kısa bir zafer sarhoşluğu.
geleceği doldurmak çabasıyla,
bugün yaşamak boşluğu.
amaç zihnin çocuğu,
her amaç yüklü dahasına.
sınırsızca beslenir çoğu,
yaşamı sınırlamak pahasına.
düşünsene korkuluğu,
yönelir mi amaç aramaya?
salt varlığı yetmez mi,
kargaları kovmaya?