Mektup #35

21 Temmuz 2001

Selam…

Kaldığımız yerden devam… 🙂

“Peki ‘hak‘ ne sence? ‘Hak‘ dağıtmaya kimin ‘hak‘kı ola ki?”, demiştim…

~~~~

“Evet olaylar karşısında nasıl davranmalı bu bilgilerin ışığında, bilgilerimize ters düşmeden? Hz.Ömer beytül-mal’dan (kamu hazinesinden) halka mal verirken der ki: ‘Allah adaleti ile mi mal dağıtayım, yoksa Ömer adaleti ile mi?’ Oradakiler ‘Allah adaleti ile.’ derler. Bunun üzerine Hz.Ömer sırayla gelene eline geleni vermeye başlar. İtirazlar yükselmeye başlar: ‘Ya Ömer sen ne yapıyorsun? Biz daha adaletli olur diye Allah adaletini istedik, daha da adaletsiz oldu dağıtımın.’ derler. Bunun üzerine Hz.Ömer,  ‘Ömer adaleti deseydiniz, kim neyi hak ediyor bilemezdim, eşit olmaya gayret ederdim.’ der.”

~~~~

Kişinin bütünle ilişkisi açısından ‘hak‘ anlayışını açıklayan çok güzel bir mesel. Bizim ‘hak‘ anlayışımız, ‘eşit dağılmalı‘dan başlayıp, ‘ama bana daha çok düşmeli‘ye ve oradan da ‘hepsi bana!‘ya uzanır gider. Yedikçe daha da acıkan ve asla doymayan egomuzdur bu anlayışı güdüleyen…

Hak‘ anlayışımızı niteleyen, başı sonu olmayan beklentilerimizdir sonuçta. ‘Bunu hak ettim!‘ veya ‘hak etmedim!‘ deriz sıkca, peki ama bunun kıstası ne?

Değişken yatağında coşkulu bir nehir düşünelim ve üzerinde kanosuyla bir yolcu. Yolcu, kendi becerisi, yetkinliği, kanosunun dayanıklılığı ve uygunluğu ölçüsünde bu yolculukta farklı haller yaşar. Bazen dingindir süreç, bazen girdaplar içinde allak bullak! Ona göre, nehir kah düşmandır, kah dost. Zorlandığı hallerde ‘haksızlık bu!‘ diye isyan eder! Oysa nehir sadece akmaktadır, üzerindeki kano ile bir kavga içinde değildir –açıkcası onunla ilgilenmez bile…

Sonuçta yaşanan ‘hak edilen‘dir. Ama bunu bir ödül/bedel zincirinde görmemek gerek. Olanla uyumlanabilme yetimize paralel olarak yaşadıklarımız bize kolay veya zor gelir sadece.

Bir de, bireyler arası iletişim ve etkileşim ağında karşımıza çıkıyor ‘hak‘ kavramı. Çoğunlukla farkında olmadığımız öznel bir çerçevede hak dağıtırız kendimize ve diğerlerine. Kim haklı, kim haksız tartışmaları sürer gider her alanda…

İşte İ.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan bilge Chuanz Tzu’nun şakacı ve kıvrak üslubuyla bir değerlendirme:

Diyelim ki seninle tartışıyoruz, tartışmada sen beni yeniyorsun, ben seni yenemiyorum. Bu, senin haklı, benim haksız olduğumu gösterir mi? Ya da ben seni yeniyorum, sen beni yenemiyorsun: Bu, benim haklı olduğumu ve senin haksızlığını gösterir mi? Gerçekten ikimizden biri haklı, diğeri haksız mı? Yoksa ikimiz de haklı, ya da belki ikimiz de haksız mı? Sen ve ben bilemeyiz bunu. Peki ama, insanlar böyle bir kararsızlık içindeyken, kime başvurabilirler hakem olarak? Kararı seninle aynı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama seninle aynı görüşteyse, nasıl tarafsız karar verebilir? Yoksa benimle aynı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama benimle aynı görüşteyse, nasıl tarafsız karar versin? Yoksa kararı, ikimizden de farklı görüşte olan birine mi bırakalım? Ama ikimizden de farklı düşünüyorsa, nasıl karar versin? Ya da ikimize de hak veren biri? Ama o da birimizi seçemez. Şimdi sen ve ben, ve de başkaları, daha birbirimizle anlaşamazken, bir de kalkıp dışımızda birine mi bağımlı hale getireceğiz kendimizi?

İyisi mi, unut görüş ayrılıklarını. Sonsuzluğa yüksel, sınırsızlığı mekan edin kendine!

Peki neden bu kadar önemli ‘haklı‘ olduğumuzu düşünmek? Salt ‘sen haklısın‘ sözünü duymak adına kendimizi paralamamız niye? Kökü kat kat insanda gömülü bir zaaf bu, temelde bir ‘güç‘ onayı, aranan… Ve güç ile gelen mana ve maddeye duyulan yoğun çekilim… Bu yolda nice tartışmalar, ayrılıklar, kavgalar ve hatta savaşlar…

Beni kimse haklı bulmasa da olur‘ diyebilmek! İçsel boyutlarda dengelenmiş bir fikir, hal veya tarz, ‘haklısın‘ mührüne ihtiyaç duymadan yolunu, yerini bulur zaten.

~~~~

“Bir birime aşırı sevgiden dolayı bağlanma, aklı kayıp etme, duygularda zirveye tırmanma, her yerde sevdiğini görme, düşünme her ne kadar aşk diye tanımlansa da, sınırsızlığı bireyselliğe hapis etmedir diye düşünüyorum. Aşık olunan sürekli değişmede, bir gün de kayıp edilmede. Üstelik aşk bir yapıya, böyle olunca bir yüze bağlanıp diğerlerini görememe durumu ortaya çıkarmada.

’İki birey arasındaki aşk, iki kutbun yangınıdır. Ama bilgede kutup kalmamıştır. Bu yüzden bilge aşkı birinde aramaz. Aşk, bütünü hissetmenin bilinçliliğinde, birliğe ermenin sevgisinde, farklı ve sürekli bir heyecandır artık.’ cümlenizi açar mısınız? Bütünü hissedenin heyecanı nedendir ve nasıl süreklidir?”

~~~~

İkilik içinde en asal kutuplaşma dişil-eril ekseninde mevcut. Bu eksendeki bir karşılaşma, yoğun, güçlü ve heyecan verici uç duyumlar yaratıyor kişide. İşte genel-geçer tanımıyla aşk bu. Aşk, yönlenmiş bir akımın tek alıcısı olma hali. Bir benzetmeyle, lazer gibi… Lazer, çok dar bir frekans bandı içinde tek renk ve koheran (faz uyumlu) bir ışın olma özelliği taşıyor. Odaklandığı yönde şiddetini yitirmeden çok uzun yol alabiliyor. Uygulamalarda, hassas bir lokal ayar gerektiriyor, yani mekana bağımlı. Ve asla gereğinden uzun kalmamalı bir bölgede, yani zamana bağımlı. Ehil ellerde amaca hizmet ediyor, kabul, ama en ufak bir sapmayı affetmiyor. Yaparken, yıkabiliyor da! Şifa vermek isterken, öldürebiliyor da! Aşk da böyle yaşanıyor işte, yapıcı, yakıcı, yıkıcı tesiri ile…

Bir de sevgi potansiyelimizi bir kişiyle bağlamak yerine, yönsüz yaymak hali var. Daha önce de bu ifadeyi kullanmıştım, ‘Güneş gibi olmak‘ var. Zaman ve mekana bağımlı olmayan bir yayıcı olmak… Bunun heyecanı abartısız, bütünsel ve sürekli…

Koşulsuz sevmekten bahsederiz hep. Bir de mevcut realiteye bakalım ve yaşandığı biçimiyle insanlar nasıl sever, anlamaya çalışalım.

Belki metodik bir yaklaşım işe yarar! 🙂

Sevmek istiyoruz, hem de çok, değil mi? Ama kolay mı sevmek! Ne diyor bakalım ademoğlu veya ademkızı:

-Seni severim, ama eğer sevgime layıksan…

Bu da ne demek ola ki? Ama dur, o kadar da karmaşık değil, ne de olsa kendi içinde bir mantığı var bu ifadenin!

– Seni severim, ama eğer bana layıksan ve beni seversen…

Liyakat sınavını geçti kişi ve seni de sevdiğini söylüyor… Yeter mi?

Olur mu? Öyle kolay mı sevmek!

-İspatla! Seni severim, ama eğer bana layıksan, beni seversen ve sevgini ispatlarsan!

Aldık mı başımıza belayı! Sevgi nasıl ispatlanır ki?

Anladım, sen belli tavırlanmaları kastediyor olmalısın. Haydi, sırala bakalım, ne tür atraksiyonlar bekliyorsun karşındakinden!

-Seni severim, ama eğer bana layıksan, beni seversen, sevgini ispatlarsan ve sonsuza kadar değişmeyeceğini garanti edersen! 

Aman n’olur dur, yalvarırırım! Tamam, vazgeçtim, sevME!

Eeee, bunca koşullanma yükü arasında sevginin yol bulup akamamasına şaşmamak gerek!

~~~~

”Akıl gücü ile hayallerini aşar, ben’e erersin. Akıl nasıl güçlenir?

~~~~

Akıl olarak tanımladığımızın ne olduğuna bağlı, sürekli kullandığımız akıl, zihin, beyin, zeka kelimeleri bize ne ifade ediyor acaba? Kendi anlayışımı yazmadan önce senin yorumlarını beklerim.

Hiçbir şey rastlantı değildir‘ deriz ya, bunları yazarken Tarkan, ‘karma‘ adlı son albümünden bir parça okuyordu:

azı karar, çoğu zarar diyenler,
niye çok alırlar, hep az verirler?
akla ikna olup, aşkı üzenler,
sanma bizden daha mutlu gezerler.
verme, verme,
akıl verme, istemem!
vereceksen
huzur ver.
vereceksen huzur ver….

~~~~

“Yok olmak hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl ‘yok’ olunur?”

~~~~

Yok olmak‘ buz formunun eriyip suya karıştığı hal, parça halinde iken, bütünsel sevgiyi deneyimlemek… Bu halin ‘laboratuvar‘ı ise iç alemimiz… ‘Ben‘ dediğimiz varlığın hatasıyla sevabıyla mükemmel olduğuna inanmakla başlar bu süreç, inanç, bilgi olur, bilinç olur ve ‘ben‘ tüm varoluşla ‘bir‘ olur…

Aslında ‘Sevginin Yolu‘ adlı kitaptan şu satırlar çok çarpıcı anlatıyor bu hali:

… Çoban, Celal’e nazik bir şekilde Şam’da ne işi olduğunu sordu. Celal kendini, Şems ile ilgili tüm hikayeyi anlatırken buldu. Ona, dostuna duyduğu sevgiyi ve Konya halkının tepkisini, Şems’in nasıl Şam’a sürüldüğünü, Sultan Veled’in onu geri getirmesini ve ikinci kez tümüyle ortadan kaybolmasını anlattı.

Çoban, “Peki ya dostun şimdi nerede?” diye sordu.

Öldü. Küçük oğlum tarafından öldürüldü.

Çoban’ın karısı peçesinin altından nefesini tuttu, ama adam şaşırmamış görünüyordu. “Böyle şeyler olur.” dedi.

Bu dindar adamın basit karşılığı Celal’in kalbine dokundu. Celal, “Sana yemek için para veremem,” dedi, “anlaşılan para kesemi yanıma almamışım.” Parmaklarına baktı, ardından boynunu yokladı. “Sana verecek yüzüğüm ve kolyem de yok. Sana verebileceğim tek şey bir hikaye.

Çoban ellerini çırparak karısına yanına oturmasını işaret etti. “Dikkatle dinle. Evimizde büyük bir imam var.

Celal bir an durdu ve ruhuna bir hikayenin gelmesini bekledi. Daha önceden hazırladığı bir hikaye yoktu; o, çantası maceralar ve mesellerle dolu bir hikayeci değildi. O, yolunu yalnızca dokunma duyusu aracılığıyla bulan kör bir hacıydı.

Celal, “Bir adam, arkadaşının evinin kapısını çaldı.” diye başladı söze. “İçeriden, ‘kim o?! diye bir ses duyuldu. !Benim! Bırak içeriye gireyim.! Ses, !Var git yoluna!! dedi. !Bu masa yalnızca pişmiş yemekler için. Burada ham olana yer yok.! Adam, arkadaşının yarenliğini içtenlikle istiyordu ve bunun için her şeyi yapmaya hazırdı. Çaresizce ‘Kendimi nasıl hazırlayabilirim? Nasıl pişmiş hale gelebilirim?‘ diye sordu.”

Celal, çoban ve karısına sanki yanıtını verebilirlermiş gibi baktı. Adam başını sallayıp devam etmesini istedi.

“Ve ses yine duyuldu: ‘Seni pişirecek ve kendinden kurtaracak tek şey, benden ayrı kalmanın ateşi.’”

Çoban bunun gülünç bir hikaye olabileceği düşüncesiyle güldü, ama karısı onu susturdu.

“Bu, zavallı adamın duymak isteyebileceği son şeydi. Ama o kadar umutsuzdu ki, bir yıl dostundan ayrı kaldı ve gerçekten de ayrılık ateşiyle yandı. İyice piştiğine inandığında geri döndü. Dostunun evinin önünde ileri geri yürüyüp duruyordu; yine istemediği bir yanıt alacağı korkusuyla iyice gerginleşmişti. Sonunda cesaretini toplayıp kapıyı çaldı. Ve içeriden dostunun ‘kim o?’ dediğini duydu.”

Celal gene sustu ve çoban bir kez daha devam etmesi için başını salladı.

“Tam o anda adama bir şey oldu. Sevgilinin sesini duymak, kendisi ile ilgili tüm düşüncelerin kafasından uzaklaşıp gitmesine neden olmuştu. Yanıt ağzından sanki bir başkası tarafından seslendiriliyormuş gibi çıktı: ‘Sen, sevgili dostum, kapıyı çalan SENsin!

Kapı ardına kadar açıldı. Dostu karşısında duruyordu. ‘Ben olduğuna göre gir içeri, Yoksa bu evde hem SENi, hem de BENi alacak bir oda yok.’”

Çoban daha fazlası için bekliyordu, ama Celal’in sözlerini bitirdiğini anlayınca gülümsedi: “Garip bir hikaye kardeşim.

Gerçekten de öyleydi. Celal artık, Allah’ın evine girmek için yok olması gerektiğini anlıyordu. İki kişi, bir kişilik alanı paylaşamazdı, Arayışını bırakmadan aradığı şeyi bulamazdı.

Arayış sona erdiğinde, yolcu gerçeği bütün çıplaklığıyla görebilirdi: Burada ve bu anda olduğunu ve ‘ben‘ ile, ‘diğerleri‘ ile ilgili tüm zanların yalnızca birer düşünceden ibaret olduğunu…

Bu gerçekliğe direnmemek, Allah’ın kalbine açılan kapıydı.

Yargılamayı bırakıvermek, Celal’in aradığını bulmasına yeterli olmuştu; kalbinin üzerindeki örtü kalkmış ve her şeyin ne kadar güzel olduğunu görmüştü. Yalnızca kandilin ışığında parıldayan renkler, ev sahiplerinin nazik yüzleri değil, her şey… Her şey çok güzeldi: kulübenin sadeliği, çobanın çatlak ve su toplamış ayakları, çatı kirişlerinde uğulduyan rüzgar. Her şey son derece muhteşem, coşku ile doluydu. Celal’in ‘hayır‘ dediği her şey, eksiklikleri, Şems’in ölümü, Allah’tan ayrı kalması, Bütün her şey, şanlı bir ‘evet‘e dönüşmüştü!

Şu anda yıllardır hissetmediği, bilinmeyen, belli belirsiz anımsadığı ve şu an birdenbire son derece keskin bir hal alan bir duyguyu hissediyordu: mutluydu!

İçinde bir şeyler parçalanmış ve şimdi, ruhunu mutluluktan ayrı tuttuğu, kendini gereksiz zorluklara sürüklediği, kendi kendini yolladığı sürgün için gözyaşı döküyordu. Yıllardır daima Allah orada beklemişti. Dostun aranması değil, keşfedilmesi gerekiyordu. Celal’in hayatı boyunca aradığı hazineler, sandığı gibi uzak bir adada değil, yaşadığı evin temellerindeydi. Ve hazineye ulaşmak için yıkması gereken evin ta kendisiydi!

Allah’ı dış dünyada aramış ve onu Şems’in suretinde bulmuştu. Artık, Celal ve Şems ile simgelenen ‘ben‘ ve ‘sen‘ ayrımı ortadan kalkmıştı ve Şems’in kendinden ayrı, kendinden başka bir şey olmadığını anlıyordu. Var olmuş ve var olan her şey, burada ve bu andaydı. Şems buradaydı, Allah buradaydı.

Ama Allah’ın inayetinin ışığıyla yıkanırken bile, Celal bu mutluluğun geçeceğini biliyordu; bu durumu devam ettirmeye çalışmanın onu sona erdireceğini, yalnızca Allah’ın gitmesine izin vererek daima onunla birlikte olabileceğini biliyordu. Eğer Allah ile konuşmak isterse, sürekli hareket içinde olmalı ve bazen onu kaybetmeliydi. Hatta yalnızlığı tekrar hissetse bile, bu Allah’tan ayrı olma duygusunun gerçek olmadığını, her şeyin ama her şeyin Allah olduğunu biliyordu. Celal’in göklere yükselttiği her feryadı, “Allah’ım neredesin?”, Allah’ın gizli yanıtını içeriyordu: “Buradayım.”

Ve sevgiyle…

 

sonraki mektup